6 Şubat 2019 Çarşamba

Çöp

                                            ÇÖP

Çöp dolu beynim tıpkı annemin evi gibi. Hiçbir eşyasını atamaz o kullanılsın veya kullanılmasın hepsini saklar mutlaka zamanı gelir bir gün der ben kızınca. Kızıyorum bu duruma evine gidiyorum dolaplar dolusu eşya, ne yapacaksın bu kadar eşyayı at rahatla diyorum ama kızım bunlar lazım olur bir gün, elaleme mi gidip isteyeyim lazım olunca, ellalalem ne der sonra. Elalem elalem elalem bıktım artık bu laftan. Hiç farkettiniz mi birden fazla tekrarlayınca kelime anlamını yitirip saçmalalaşıyor. Deneyin bak çok komik. Komik olan diğer bir konu da annemin bu saklama tutkusu, ev yoğurt kabı dolu. Bense hemen atarım onları hiç saklamam. Onları saklamakla mı uğraşacağım. Ben unutamam o yüzden beynim çöp gibi. Unutmak aslında rahatlatıcıdır, unutursun biter gider artık o olayın, anının senin için bir anlamı kalmaz. Ama hatırlamak azap doludur, her seferinde aynı olayı tekrardan yaşarsın, o duygular seni esir eder ilk günkü gibi. Arkadaşlarım bana fil hafızalı der bu özelliğim yüzünden. Mesela ilkokulda öğretmeninin giydiği takım elbiseyi, içine giydiği gömleği, kravatı hala hatırlıyorum ne lazımsa bana bu bilgi. Belli aralıklarla giydiği takım elbiseyi değiştirirdi, yeni takım elbisesini giydiği ilk gün çok garip gelirdi bana sanki alıştığım, sevdiğim öğretmenin gitmiş yerine yeni bir öğretmen gelmiş gibi olurdu. Ama bir süre sonra alışırdım hem insan nelere alışmıyor ki.

Kadın son cümlesini yazdıktan sonra bir süre durdu, gözlerini kapattı düşüncelere daldı. Aklına ilkokulda annesinin diktiği kırmızı kloş etek geldi. Ne kadar severdi o eteği, özellikle de o etekle kendi etrafında dönmeyi, eteğin uçları o döndünce dalgalanır tıpkı bir semazen gibi hareket ederdi. Şimdi bu anı hatırlayınca gülümsedi. Ah çocukluk, ne masumduk o zamanlar diye hüzünlendi. “Merve hanım bir dakika gelebilir misiniz?” Daldığı düşüncelerden bir anda sıyrılarak masasından kalktı. Eteği biraz sıkıyordu belini tam kapatamamıştı sabah giyinirken, öğlen yemeğinden sonra iyice şişen karnıyla patlayacak gibi duruyordu. Çağıran altında yeni işe başlayan Gizem’di. Bu kızı kendi gençliğine çok benzetiyordu. Aynı hırs, aynı çalışma azmi onda da mevcuttu. Ama kız aynı zamanda kendisinin olmadığı kadar uyanıktı. Nesil farkı diye düşünüyordu bu durum için. Yeni nesil farklı, onları bizim eski usul, alışılmış yöntemlerle çalıştıramayız, yeni yöntemler geliştirmemiz lazım demişti geçen ay yapılan son yönetim toplantısında. Toplantı için gittikleri ultra lüks otelin havuzunda güneşlenirken insan kaynakları direktörüyle bu konu üzerine düşünmüşlerdi. Adam bu yıl içinde emekli olmayı planlıyordu ve yerine geçmesi muhtemel adaylardan biri de Merve’ydi. Ben bu neslin sabah dokuz akşam beş işlerinde uzun süreli çalışmak istediklerini düşünmüyorum. Daha farklılar bizden, biz ev alalım, birikim yapalım, geleceğimizi kurtaralım derdindeyken onlar yeni yerler görelim, heyecan yaşayalım, keşfedelim, deneyim kazanalım derdindeler. O yüzden sürekli iş değiştiriyorlar oysa biz öyle değildik biz de çalıştığın kuruma bağlılık ön plandaydı, bir şirkette işe başladın mı ordan emekli olacağın gözüyle bakardın. Şimdikiler ise emekliliği düşünmüyorlar gibi. Onlardan verim alabilmek için yeni taktikler geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum demişti. Adam ise değişikliğe sıcak bakmıyordu. Alışacaklar, burası kurumsal bir yapı, belirli kuralları var, onlar farklı bir nesil diye yıllardır uygulanıp verimliliği kanıtlanmış kuralları yıkamam efendim, bir zahmet onlar uyum sağlasın o kurallara, beğenmeyen gider bu kadar basit. Etrafta bu kadar işsiz varken kimsenin kaprisini çekemem kusura bakmasınlar, işlerine geliyorsa diyerek Merve’nin fikrine karşı çıkmıştı. Merve adamı içten içe eski kafalı bulsa da nasıl olsa gidecek diye üstelemedi. Onun koltuğuna oturmaya en yakın aday olarak bu aşamada sivrilik yapmanın alemi yoktu.

Gizem’in yanına gittiğinde ona hazırlaması için vermiş olduğu raporu bitirdiğini gördü. “Haydi laptopunu al da masama gel detaylara birlikte bakalım.” Diyerek masasına yöneldi. Gizem de elinde laptop onu takip etti. İkisi tüm dikkatlerini önlerindeki açık excel dosyasına vererek çalışmaya başladılar. Gelecek ay yapılacak verimlilik toplantısı için hazırlık yapıyorlardı. Kriz başlar başlamaz toplu işçi çıkaran ilk şirketlerden biri olmuşlardı ve bu durum insanların tepkisini çekmişti. Şimdi az eleman ile verimliklerini arttırdıklarına üst yönetime ispat etmeleri gerekiyordu. Merve her zaman rakamlar yalan söylemez derdi. Bir çok bölümde gereksiz yere işe alınmış ve ne işe yaradığı belirsiz bir  sürü eleman vardı, aslında biz sadece onları çıkardık, göreceksiniz fazlalıklardan kurtulunca verimimiz de arttı böylece. Önemli olan çok işçi çalıştırmak değil varolandam tam kapasite yararlanıyor olmak, gerçek verimlilik budur. Sunum için hazırlanan metinde bunlar yazıyordu. İkili çalışırken telefon çaldı. Merve kısa bir süre sonra konuştuktan sonra mailine gelen videoyu tıkladı sinirle.

“Evet sayın seyirciler şu an yanımda geçen hafta x şirketinde çalışırken kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden M.K.’nın acılı babası var. Konuyla ilgili ne söylemek istersiniz?”
“Biliyorsunuz bu firmada kriz sonrası toplu işçi çıkarımı oldu. Keşke kızımı da çıkarsalardı en azından hayatta olurdu. Eleman azaltılınca verimlilik adı altında kalanların üstüne daha çok iş yükü bindirmeye başladılar. Yaklaşık on iki saate varan çalışma süreleri oluyordu. Söyleyin bana kim bu kadar çalışmaya ve sürekli artan stres yüküne dayanabilir. Kurumsal şirketler günümüzün modern kölelik yuvalarıdır. Bugün ben kızımı kaybettim ama başka anne babaların canı yanmasın diye sonuna kadar hakkımı aramaya devam edeceğim.”

Videonun devamında şirketin genel müdürlük binasının önünde protesto için bekleyen kalabalığın görüntüsü vardı. Ellerinde pankartlar sessizce bekliyorlardı. Merve daha fazla izlemeye dayanamadı ve videoyu kapattı. Gelen maili tekrar okudu. Buna açıklayacak cevabın yoksa burda yerin yok yazıyordu büyük harflerle. Ekrandan gözlerini alamadan donup kaldı.

4 Şubat 2019 Pazartesi

Kenar Süsü



Kenar süsü oldum hayatında yani olmasam da olurdu.  Kadın sıkıntıyla radyodan gelen sesi kapattı. Bu şarkıya katlanamıyordu. Camdan dışarı baktı, köprüden geçiyorlardı şimdi. İstanbul tüm güzelliğiyle aynı zamanda tüm çirkinliğiyle ayaklarının altındaydı. Yıllar önce ilk defa bu şehre geldiği anı hatırladı. Yedi sekiz yaşlarında olmalıydı. Annesinin tüm itirazlarına rağmen çok sevdiği pembe tütüsünü giymişti. Anne bu çok önemli bir olay, güzel olmalıyım demişti. Annesi kızının inadını bildiği için fazla üstelememişti. Yolculuk boyunca heyecandan gözüne uyku girmemişti, yolda göreceği yeni yerleri kaçırmaktan korkarak uyumak istememişti.  Ama trenin tangır tungur giden sesine daha fazla dayanamamış ve uyuyakalmıştı. Sabahın erken saatlerinde Haydarpaşa garına varmışlar ve o küçücük pembe tütülü kız çocuğu tarihi garın merdivenlerinden bu efsanevi şehre bakmış ve ilk görüşte aşık olmuştu. Sakın babanın elini bir an olsun bırakma orası çok kalabalık diye sıkı sıkı tembihlemişti annesi. Annesinin dediği kadar kalabalıktı bu şehir. Babasının kocaman ellerine sarıldı, beraber vapura bindiler. Simit aldı babası kahvaltı için. Rüzgar saçlarınıKenar Süsü savururken ilk kez martı gördü hayatında, baba baba bak ne kadar güzel kuş, hiç böylesini görmedim diye bağırmıştı heyecanla. Babası ise tek kelime bile etmeden sigarasından derin bir nefes çekip sıkıntıyla üflemişti. Kadın arkadaki arabanın kornasıyla daldığı düşüncelerden kendine geldi.

“Bıktım bu şehirden de, bu şehirde yaşayan insanlardan da. Hepsi saygısız, bencil, şu trafiğe bak, her gün günümün büyük bölümü trafikte heba oluyor. Bıktım artık. Hep senin yüzünden geldik buralara, senin bitmek bilmeyen İstanbul aşkın perişan etti bizi. Şu halimize bak.”
“Ne varmış halimizde.”dedi kadın. Gözü hala manzaradaydı.
“Sana göre iyiyiz canım. Tabii senin keyfin yerinde. Oh bir elin yağda bir elin balda. Ben çürüdüm şehirde, nefes alamıyorum artık. Anlıyor musun nefes alamıyorum.” Adam bunları söylerken trafik durmuş, kıpırdamıyordu. Birden yanlarına çingene olduğunu tahmin ettikleri bir kadın gelerek yakışıklı delikanlı almaz mısın şu güzel kızımıza bir demet çiçek  diyerek kadının açık camından bir demet papatya fırlatıverdi. Adam büyük bir hışımla çiçekleri aldığı gibi çingenenin suratına fırlattı ve aynı hızla camı kapatarak açılan trafikte ilerlemeye başladı.

Adamın tepkisi o kadar ani olmuştu ki kadının neler olup bittiğini anlaması zaman almıştı. Tam konuşacaktı ki adamın hareketlerinden konuşmamasının en iyisi olacağına karar verdi. Kafasına cama yasladı ve caddede gelip geçen insanları izlemeye başladı. Herkes telaşlı bir şekilde işine yetişmeye çalışıyordu. Gün içinde ne kadar çok insanla karşılaşıyoruz ama hiçbirine gerçekten bakmıyoruz, çoğuyla göz göze bile gelmiyoruz diye düşündü. İnsanlar kalabalık sokakta omuz omuza yürümelerine rağmen dönüp birbirlerine bakmıyor, konuşmuyor, selamlaşmıyorlardı. Kadın bunları düşünürken ofisine gelmişlerdi bile. Şehrin göbeğindeki plazaların birinde çalışıyordu.

Adamla tek kelime etmeden arabadan indi, hızlıca binaya girdi. Asansör sırasının en sonuna girdi. Bu sırayı beklemektense merdivenlerden mi çıksam diye düşünse de otuz iki katı çıkmayı gözü yemedi. Yarım saat beklemenin ardından sıra nihayet kendisine geldi ve ofisine çıktı. Her sabah yaptığı gibi bilgisayarını açtı, maillerini okudu, acil olanları cevapladı, günün planına baktı, çok işi vardı bugün. Birden derinlerden gelen bir müzik sesi duydu. Kulak kabarttı sese, sabah radyoda dinlediği şarkıydı. Kenar süsü oldum hayatında diye devam ediyordu. Kadın sıkıntıyla dikkatini şarkıdan çekmeye çalışarak işine odaklanmaya çalıştı ama eski hatıraları onu rahat bırakacak gibi durmuyordu bu sabah. On yaşındaki o yaza gitti. Okuldan erken gelmişti. Kapıyı anahtarla açıp içeri girdiğinde annesini koltuğa çökmüş ağlarken bulmuştu. Gitti demişi, onunla gitti. Başka da tek kelime etmemişti. Biliyordu sanki babasının bir gün gideceğini, yıllardır sanki o anı bekliyormuş gibi annesi yanıbaşında ağlarken o hiç şaşırmadı, üzülmedi, ağlamadı. Kalktı mutfağa gitti, akşam yemeği hazırladı. Beraber yemek yediler, hiç konuşmadılar. Sanki hayatlarında hiç olmamış, onu hiç tanımamış gibi hayatlarına devam ettiler. Aslında kadın devam ettiklerini sanmıştı ama aslında yola devam eden kendisiydi, annesi onu koltukta bulduğu anda takıp kalmış, ilerlemeyi reddetmişti. O an büyümüştü, artık annesinin kızı olmaktan çıkıp onun annesi olmuştu. Düşüncelerinden zor da olsa sıyrıldı, çekmecesinde duran babasının yıllar önce birlikte İstanbul’a geldiklerinde aldığı oyuncak bebeği eline aldı ona dokundu, öptü. Neden burda olduğunu hatırlatıyordu ona bu otuncak. Çok eskise de onu atmaya kıyamıyordu bir türlü. İtinayla bebeği yerine koydu, işine geri döndü. Yapılacak çok işi vardı.