31 Ocak 2019 Perşembe

Sadeleşme

Son yollarda tüketim toplumu olan insanların çıkış noktası minimalizm gibi görünüyor. Sürekli tüketmekten zevk alan, aldıkça daha çok aşan insan bir süre sonra aldıklarından boğulma noktasına geliyor. Sanki aldıkça mutsuz oluyoruz, mutsuz oldukça daha çok alıyoruz. Bir türlü içinden çıkamadığımız garip bir kısır döngü. Özellikle kurumsal köle olarak çalışanlar ne dediğimi çok iyi anlayacaklardır. Gün içinde can sıkıntısından kurtulmak için yapılacak en iyi aktivite alışveriş sitelerinde gezinmek ve indirim kovalamaktı. Pazardan bile almayacağımız kalitedeki ürünleri ucuza aldık diye sevinirdik. Hele kargo gelmesini heyecanla beklerdik. İlk işe başladığımda online alışveriş sitelerinden gelen kargolarını gördüğümde yaşadığım şaşkınlığı görmeliydiniz. Bu insanlar hiç çalışmıyor herhalde, boş vakitleri çok diye düşünmüştüm. Meğerse hepsi can sıkıntısından alınıyormuş. Sonrası ise dolapta giyilmeyi bekleyen, etiketi bile koparılmamış kıyafetler, hiçbire yere sığmayan makyaj malzemeleri, okunmamış bir dolu kitap ve bir sürü gereksiz ıvır zıvır. Söylediklerim ne kadar tanıdık di mi. Eminim bir çoğunluğumuz dolabını düzenlerken ayırdığı kıyafetlerin çokluğu karşısında dehşete düşmüştür. Oysa bu kadar eşyaya hiçbirimizin ihtiyacı yok. Eminim kimsenin yeni bir pantolona, aynısından bin tane olan kazağa veya yeni ayakkabıya ihtiyacı yoktur. Alışverişlerin büyük bir kısmı tamamen psikolojik, insanın içindeki boşluğu doldurma çabası. 

İngiltere’ye taşınırken sadece kıyafetlerimizi getirebildik, tüm ihtiyacımız olan mobilyaları, eşyaları burdan aldık. Eski evimde burda kullandığımın yaklaşık3 katı eşya vardı. Evi toparlarken çıkan eşyalar karşısında şaşırdığım kadar hiçbir olaya şaşırmadım sanırım. Bir kamyon dolusu hiç kullanılmamış ve asla kullanılmayacak olan çeyiz, eski moda yemek takımı, vitrine konulmak için alınmış dünyanın en işlevsiz bardak takımı, misafirlik yatak, yorgan, nevresim, bir dolu ıvır zıvır. Dolaplar ağzına kadar gereksiz eşyayla doluydu. Ya misafir gelirse, ya lazım olursa, tabii ki bir çoğuna hayatım boyunca hiç ihtiyacım olmadı. Kimin 50 tane tabağa ihtiyacı olur ki bu hayatta veya 50 tane bardağa. 


Sadeleşme, minimalizm, düzen gibi konularda yazılmış Maria Kondo’nunki başta olmak üzere bir sürü kitap bulabilirsiniz. Özellikle Maria Kondo’nun kitabını okumasıysanız kesinlikle tavsiye ederim. Gayet faydalı düzenleme, sadeleşme önerileri sunuyor. Geçen ay Netflix’te konuyla ilgili yeni belgesi çıktı. Benim izleme fırsatım olmadı henüz ancak izleyenlerden okuduğum yorumlara bakılırsa gayet başarılı. Benim bugün bahsetmek istediğim kitap ise A Monk’s Guide Clean House and Mind. Geçen sene Manchester’de eski işimin olduğu sokakta heryerde bulamayacağınız türden kitaplar bulunan butik bir kitapçıdan almıştım. Benim gibi temizlik yapmaktan nefret eden biri için ilginç gelmişti. Oldum olası temizlik yapmaktan hiç hoşlanmam. Bana dip köşe yapılan, aşırı titizliğe kaçan temizlik hep zaman kaybı olarak geliyor. Kitap ise benim bu düşüncemin tam aksini iddia ediyor. Budist tapınaklarında yapılan günlük temizliği ve aslında temizlik yaparken bunu bir nevi meditasyon olarak kullanıp zihni boşaltmanın güzel bir yolu olduğunu anlatıyor. Kitapta öne sürülen düşünce güne temiz bir evle başlamanın temiz bir zihinle eşdeğer olduğu. Sabah kalkar kalmaz yaz, kış fark etmez yapılacak ilk iş kitaba göre pencereleri açmak ve eve temiz hava girmesini sağlamak ki bana göre kitaptaki en mantıklı öneri bu. Yine burada sadeleşme, az eşyayla yaşama konuları devreye gidiyor. Gereksiz eşyaları hayatımızdan çıkarmakla hem onların temizliği için harcamız süreyi kazanıyoruz hem de onların kapladığı yer açılmış oluyor. Daha ferah bir evde yaşamak, yaşam alanlarımızın nefes alabilir olması bu anlamda zihnimizi yatıştırıcı etkisi olduğu muhakkak. Eğer bu konuda farklı bir bakış açısı okumak istiyorsanız, bu çok kolay okunan kitaptan faydalanabilirsiniz. Siz bu konuda ne düşünüyorsuz? 

28 Ocak 2019 Pazartesi

Güzellik Algımız

Bu günlerde toplumda genel geçer kabul edilen güzellik algımız üzerine çokça düşünüyorum. Neden belirli kriterleri sağlayanlar güzel kabul edilirken diğerleri bu çemberin dışında kalarak çirkin ilan ediliyor? İlla ki güzel olabilmek için büyük badem gözlere, sivri çeneye, Hollywood yanak denilen yanak şekline, kalın kaşlara, uzun saçlara, iri dudaklara, çıkık elmacık kemiklerine mi sahip olmak gerekiyor? Bende bunlardan hiçbiri yoksa ve halimden oldukça memnunsam ne olacak? Son zamanlarda fark ettiyseniz güzel kabul edilen kadınların çoğunda yukarıda saydığım özellikler mevcut ve hepsi istinasız birbirine benziyor ve bir nevi hepsi küçük Kim Kardashian kopyası gibi dolanıyor ortalıkta. Bu normal mi? Bence olmamalı.

Hepimiz farklı dış görünüşlere, farklı özelliklere sahibiz ve birbirimizden farklıyız. Bu kadar faklıyken aynı olmaya çalışmak neden. Anlam veremiyorum. Tüm çaba daha güzel olmak uğruna mı? Tüm ameliyatlar, çekilen acılar, iyileşme süreci, ayna karşısında makyaj yaparken geçirilen saatler, kuaförde harcanan zaman. Oysa en güzel olan doğallık değil mi? Kendi burnundan rahatsız olmayı ne zaman öğrendim, kim söyledi sana sarı saçın çok yakıştığını, kim söyledi ince dudak çirkindir diye inanma hepsi yalan.

Önemli olan insanın kendi bedenini bir bütün olarak kabul edebilmesi ve onu sevmesi olduğunu düşünüyorum. Bunun için kafamıza yerleşmiş tüm kalıpları bir kenara bırakmalıyız. Bildiğimiz tüm gerçekleri unutup baştan başlamalıyız belki de. Gelecek nesiller için daha çok endişeleniyorum. Geçen gün serbest yazarken konudan konuya atladığım sırada birden küçükken anneme sürekli olarak ben büyüyünce burnuma estetik ameliyat yaptıracağım, hiç sevmiyorum dediğimi hatırladım. İşin ilginci bunu her fırsatta söylüyordum ve annem sürekli yaptır kızım diyordu. Bırak sosyal medyayı internetin bile bulunmadığı doksanlı yıllarda büyümüş bir kız çocuğu neden sürekli büyüyünce estetik ameliyatı olmaktan bahseder. Burnum çirkin mi hayır, büyük mü hayır. Zaten sorun o değil. Belki annemin hayır kızım gerek yok sen zaten güzelsin demesini bekliyordum belki gerçekten birileri burnumla dalga geçmişti bilmiyorum ama bildiğim bunu yıllarca söylediğim. Büyüdüm unuttum, kendimi, bedenimi sevmeyi öğrendim. Saçımı bile boyatmadın. Beğenmediğim yerlerim yok mu var ama onları öyle kabul ediyorum. Bedenimin bir parçasını değiştirmeyi hiç düşünmedim. Peki bu kadar yoğun sosyal medya bombardımanı arasında çocuklarımızı nasıl koruyacağız. Daha küçücükken başlıyor bebeklerle güzellik baskısı, incecik belli, büyük göğüslü manken gibi bebekler güzel olmalısın algısını veriyor kızlara. Güzel değil kusursuz olmalısın. Medya tarafından verilen imaj bu. Daha çocuk olmadan küçük kadın olmaya çalışılıyor. Bu konuda beden olumlama çalışmaları yapılsa da toplum olarak kafa yapımızın değişmesi gerektiğini düşünüyorum.

22 Ocak 2019 Salı

Sosyal Medya Kullanımı

Bu aralar blogu biraz boşladığımın farkındayım. Evet biliyorum bloglar artık eskisi kadar çok okunmuyor. Instagram çoktan blogların yerini almaya başladı bile. Açıkçası bana da Instagrama yazmak çok daha kolay geliyor bir süredir ama blogun da tadı başka. O yüzden bu yıl daha çok yazmaya çalışacağım umarım sözümde durabilirim.

Biliyorsunuzdur Instagrama gelen son güncellemeyle birlikte artık kaç saatimizi orda geçirdiğimizi görebiliyoruz. Ben en son baktığımda ortalama günde iki saat geçirdiğimi gördüğümde yaşadığım şaşkınlığı görmeniz gerekirdi. Canım ne zaman sıkılsa elim telefona gidiyor ve otomatik olarak Instagramı açıyorum ve parmağımla ekranı aşağı indirerek amaçsızca geziniyorum. Bazen ne resimlerin farkına varıyorum ne de doğru düzgün yazıları okuyorum. Benimki sigara içenlerin dudak tiryakisiyim ben dedikleri türden bir bağımlılık. Eminin bu durumdan bir çok insan muzdarip. Telefonuna beş dakika bakmasa kaçırdığı bir şeyler varmış gibi telaşlananlar, şarjı bitmeye yakın baygınlık geçirenler, gözünü ekrandan alamayanlar. Oysa o iki saatte neler yapabilirdim, kitap okuyabilirdim, yazı yazabilirdim blog için, yeni bir öykü yazabilirdim, spor yapabilirdim, yürüyüş yapabilirdim, yemek yapabilirdim veya hiçbir şey yapmayarak sıkıntının tadını çıkarabilirdim. Ama bu devirde sıkılmak bile büyük lüks sosyal medya sıkılmamıza bile izin vermiyor. Siz hiç sıkılmış halde fotoğraf paylaşan insan gördünüz mü? Ben görmedim, herkes çok meşgul, kimsenin vakti yok, oysa sıkılmak için bile vakit gerekli.

Ben sosyal medyada geçirdiğim saatleri fark edince ekran saati kurmaya karar verdim. Tüm sosyal medya uygulamaları için bir saatlik zaman dilimi kurdum ve  bir saatlik zaman diliminiz ardından otomatik olarak tüm sosyal medya uygulamaları, Instagram, Facebook, Whatsapp, vs. kapanıyor. Tabi istenirse bu zaman dilimi iptal edilip kullanıma devam edilebilir ama ben yapmıyorum. Kalan vakitlerimi daha farklı şekillerde değerlendiriyorum. Mesela günde iki saat yazarak bir senedir üzerinde çalıştığım romanımı bitirdim. Sosyal medyadan uzak kalalım demiyorum ama vaktimizi neyle geçirdiğimize dikkat edelim. Kimleri, neleri inceliyoruz. Sosyal medya hayatımızın tamamını kapsamasın, yapacak daha güzel işler var. Çıkıp gezmek, çocuklarla oynamak, kitap okumak, hatta sıkıntıdan patlamak gibi. Kendinize sıkılmak için zaman tanıyın. O zaman belki sıkıntıdan kurtulmak için daha yaratıcı yollar geliştirebilirsiniz.