20 Nisan 2019 Cumartesi

Uykusuz Gecelerde

Uyuyamıyordu bir türlü. Her yolu denemiş, çareyi her doktorda, yaşam koçunda, aktarda aramış ama sorununa bir türlü çözüm bulamamıştı. Yatakta bir sağa bir sola dönmekten uykunun huzurlu kollarına kendini bırakacağı o muhteşem anı beklemekten yorulmuş bir şekilde kalktı saatine baktı saat üçtü daha. Gecenin ortası, sabaha daha saatler vardı. Uyuşmuş bacaklarını salladı iki yana gerindi güzelce, kalktı yataktan. Hiç uykusu yoktu. Salona geçip biraz kitap okumaya karar verdi. Ağır adımlarla salona doğru ilerlerken yerde uyuyan kediye ayağı takıldı ve az kalsın düşüyordu. Neyse ki ne kendi düşmüş ne de uyuyan kedi uyanmıştı. Önce mutfağa geçti süt ısıttı kendine. Sonra sütü alıp salona geçti. Pencereden uyuyan şehri izledi. Her daim ışıl ışıl olan şehir yaklaşan yeni yılla birlikte daha da parlamıştı sanki. Mavi, kırmızı, sarı ışıklar gökyüzünün karanlık olmasına izin vermiyor her daim insana yaşama çoşkusu veriyordu. Acaba benim gibi bu saatte uyuyamayan var mıdır diye düşünmekten alamadı kendini.  

Kitabını açarak okumaya başladı. Kelimeler gözünün önünden akıp geçiyor ama bir türlü konuya odaklanamıyordu. Kitapta bir gün evden çıkıp tüm hayatını geride bırakarak ormanda yaşamaya başlayan Doppler adında adam anlatılıyordu. Merak etti acaba kendisi gidip ormanda, ilkel şartlarda hayatta kalabilir miydi. Modern dünyanın tüm lükslerine, teknolojinin tüm imkanlarına sahip biri için tekrar ilkelliğe dönmek çok zordu. Nasıl yemek bulacaktı, avlanmayı bilmiyordu, hem çamaşır, bulaşık işlerini tek başına halledemezdi. Fikir başta çok romantik gibi gözükse de gerçek hayatta uygulama dökünce o kadar romantik olmuyordu. O bunları düşünürken birden tık tık sesler duymaya başladı. Sanki biri ritmik hareketlerle duvara vuruyor gibiydi. Nefesini tuttu, kulaklarını kabarttı, sesin nerden geldiğini anlamak için dikkat kesildi. Tık tık tık, tık tık, tık tık tık, tık tık sonra sanki dinlenmek için duruyor sonra tekrar başlıyordu aynı ritimle vurmaya tık tık tık, tık tık, tık tık tık, tık tık. Ayağa kalktı odaları tek tek gezdi ama hiçbirinde sesin kaynağına dair bir iz bulamadı. Tekrar salona geldi, sesi dinledi tekrar. Evet ses salondan geliyordu kesinlikle emin oldu buna. Salonu araştırmaya başladı. Kitaplığa yaklaştıkça ses arttı. Öne doğru çekti kitaplığı ve bir anda hiçbir şeye benzetemediği bir cisim fırladı. Önce ne olduğunu anlayamadan baktı etrafına, düştüğün yerden kolunun yardımıyla kalktı ve odanın içini gözleriyle taradı. Tam biraz önce kitap okumak için okumak için oturduğu kanepede bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. 
“Sen de kimsin böyle” dedi şaşkınlığını üzerinden atamadan.
“Ben mi bilmem, belki benim kim olduğuma dair senin bir cevabın vardır?”
“Sen benim evimde olduğuna göre bu saatte mantıklı bir açıklaman vardır umarım.”
“Hımm aslında uzun süredir burdayım ben hatta kaç yıl olduğunu bile hatırlamadığım kadar uzun süredir burdayım. Saklanıyorum genelde ama uzun süredir uyuyamadığın için çıkardığım sesleri duydun. Yoksa bunca zamandır farkıma bile varmamıştın. Sahi sen neden uyuyamıyorsun?”
“Bilmem.” Kafası iyice karışmıştı.
“Ayakta durma Ali, gel otur yanıma.”
“Adımı nerden biliyorsun?” Şaşırmıştı Ali.
“Kitaplıkta yaşıyorum ben bilgiyi bilirim. Doppler’i sevdin mi? İtiraf et sayfaları çevirirken sen de onun gibi ormana kaçıp gitmek istedin ama gidemedin. Böyle lükse alışınca zor tabii ilkel şartlarda yaşamak. Söyle bana hangisi ilkel? Bu penceresi açılmayan evde, teknolojik aletlerle döşenmiş, ultra lüks evde yaşayabilmek için günde en az on iki saat çalışmak mı yoksa kafana estiği gibi yaşamak mı? En son ne zaman tatil yaptın?”

Ali’nin kafası karışmıştı cevap vermek yerine kendi düşüncelerine daldı. Kimdi bu adam, bu saatte evine gelmiş saçma sapan sorular sorup duruyordu. Biraz sakinleşince aslında soruların o kadar da saçma olmadığını gördü. Ne zaman tatil yapmıştı en son hatırlamıyordu.

“Hatırlamdın di mi en son yaptığın tatili?” Adam Ali’nin beynini okumuştu sanki.
“Şaşırma, ben de her bilgi mevcut, dedim ya ben kütüphanede kitapların arasında yaşıyorum. Cevap veremiyorsun di mi sen de hatırlamıyorsun muhtemelen en son ne zaman tatile gittin? Hayat tarzına bakılırsa çok normal. Bu evin maliyetini karşılamak için çok çalışman lazım tabii. Söyle bana bu evde yaşabilmek için neyi feda ettin”
Hiç beklemediği bu soru karşısında afalladı Ali. Neyi feda etmişti düşündü. Anında geldi cevap hafızasının tozlu raflarından. Beş sene öncesine gitti. Müdür olarak yarışan iki kişi vardı. Kendisi ve Nermin. Nermin hakkında çıkardığı dedikoduları düşündü sonra, birbirinden çirkinlerdi ama insanlar inanmıştı hepsine. Ama asıl vurucu darbe bir akşam giderken Nermin’in bilgisayarını açık unutmasıyla gerçekleşmişti. Kadının fotoğraf arşivine girip en gizli fotoğraflarını servis etmişti direktöre ve böylece kendisi oturmuştu müdür koltuğuna. 

“Hatırladın di mi yaptığını. Oysa unuttun zannediyordun. O koltuk senin hakkın zannediyordun. Çok çalıştım, başardım diye anlattın herkese. Genç yaşlı hırsı Ali kariyer basamaklarını birer ikişer tırmanmıştı. Tırnaklarıyla kazımıştı tabiri caizse. Olayı unuttun ve hayatına devam ettin. Nermin’e ne olduğunu merak bile etmedin? Söyle ne oldu Nermin’e?” Son cümlede sesi çok yüksek çıkmıştı. Ali’den cevap gelmeyince devam etti.
“Ben söyleyeyim sen hatırlayamadıysan. İstifa etti, canına kıydı. Senin çıkardığın rezillik sonrası o utançla yaşayamadı. Sen naptın peki ona yaptıklarını umursamadan lüks yaşamına devam ettin.”

Susmuştu adam, susmuştu Ali. Gecenin en derin karanlığında sessizce oturuyorlardı. Adam daha fazla konuşmadı, tek kelime etmeden sessizce indi koltuktan ve yürüyerek kütüphanenin arkasında yaşadığı yere girdi. Ali de arkasından kalkarak kütüphaneyi itti. Çok uykusu gelmişti. Konuşulanlar ağır gelmiş, üstüne bir ağırlık çökmüştü. Yatağına girdi ve uyudu, hiç uyumamış gibi günlerce uyudu. Bir sabah uyandı. En sade kıyafetlerini giyerek, kimseye haber vermeden evden çıktı ve bir daha onu gören kimse olmadı. Uykusuuy

8 Nisan 2019 Pazartesi

Üç Kişilik Evlilik

Bir türlü büyümek istemeyen çocuklarla onları memeden kesemeyen annelerin ülkesiydi burası. Burda doğan çocuk hiçbir zaman büyümez annesinin memesinden ayrılamazdı. Ama gün gelir herkes bir noktada büyümek zorunda kalır. Onur’da böyleydi işte kırk beş yaşında kocaman bir insan yavrusuydu benim gözümde. On yıllık birliktelik sonrası nihayet üç yıl önce evlenebilmiştik. İlk kavgamızı hiç unutamıyorum aradan önce geçen zamana rağmen.

“Aşkım kahvaltı hazır hadi gel”
Beş karış suratla kahvaltıya oturup “yumurtamaların neden soymadın”demişti. 
“Senin ellerin yok mu hayır dün gece gayet iyi çalışıyordu, ne oldu bir anda işlevini mi kaybetti?”
“Annem hep soyardı ama, hem kahvaltı da ballı sütüm eksik. Ben süt içmeden kahvaltı yapamam mümkün değil”
“Nesin sen bebek mi, kaç yaşındasın allesen?”
“Ama annem”
“Başlatma lan annene”
“Annem hakkında böyle konuşamazsın Hale, kendine gelmeni rica ediyorum.” 
“Ben gayet kendimdeyim canım kendinde olmayan sensin bana göre”

Oflayarak yumurtası soymuştu. Beceriksiz elleriyle tutmuş, uzun bir süre nerden başlayacağını bilemeden bakmıştı yumurtaya. Onun bu halini görünce beni deli gibi bir gülme almıştı. Kendimi durduramıyordum. Neye bu kadar gülmüştüm o gün, ağlamamak için bu kadar abartmıştım gülmeyi her zamanki gibi galiba. O da bana katılmıştı gülerek kahvaltı yapmıştık. Dünyanın en güzel gülümsemesi ondaydı. Nasıl dayanabilirdim ki böyle gülen bir adama? 

Anasına gitmiştik o akşam, bundan sonraki bir çok akşam gibi yemek yemiş, çay içmiş, birlikte televizyon izlemiştik. Gece boyu anne oğul el ele tutuşmuş, annesi o gece onlarda kalmamız için ısrar etmişti. Onur ise neredeyse ağlayacaktı kalmadığımız için. Giderken yol boyu tartışmıştık.

“Kadını ne kadar üzdün farkında mısın? Ne var kalsaydık sanki? Yarın kahvaltıdan sonra gelirdik. Şimdi pazar kahvaltısını yalnız mı yapacağım ben?”
“Allah’ım sen bana sabır ver. Delirdin mi adam sen, evlendik biz farkında mısın?”
“Evlendiysek evlendik ne değişti yani, istedin attık imzayı. Annem o benim. Seninle evlendim diye bırakayım mı, üstümdeki emeklerini yok mu sayayım.”
Ne desem boştu bu lafların üstüne, ne yapsam boş. Hani bir an gelir ve tüm emeklerinizin boş olduğunu düşündüğünüz bir an gelir, tamamen kendinizi boşlukta hissettiğiniz o an. Ne geri gitmek, ne ileri gitmek istediğiniz sadece durmanız gereken o onlarda. Öyle bir an yaşamıştım işte. Tüm hücrelerimle acı çekerken kanayan yarama aldırış etmeden yürümeye devam etmiştim. 

Sustum zamanla, susmaya alıştım. Değiştim belki de umursamamayı öğrendim, görmemeyi, duymamayı aynı zamanda. İki kişilik yalnızlığımızla üç kişilik evlilik yürütmeye çalışıyorduk. İte kaka bugünlere geldik. Ama ben yoruldum ve sabah kahvaltısını  hazırladım, evi temizledim, makinada yıkanmış çamaşırlar vardı onları serdim, iki gün yetecek yemek yaptım ve çantamı alarak evden çıktım bir daha gelmemek üzere. Kırk gün oldu annesi öleli. Ona yeteri kadar zaman tanıdım bence büyümesi, iyileşmesi için. O
ise tüm çabalarımı görmezden geldi. 

“Annem öldü, ben artık yaşayamam onsuz”
“Aşkım gel buraya”
“Nasıl yapacam ben şimdi, nasıl devam edecem onsuz”
Ne yaptıysam kendine getiremedim bir türlü. Adam kendini odaya, yatağa mahkum etti. Ağzından tek kelime laf çıkmaz oldu, annem annem bütün gün bu şekilde ağladı durdu. Yas tutmasına, acısını sonuna kadar yaşamasına izin verdim. Belki bu acı onu büyütecekti nihayet, koca bebek annesinden ayrıldığında nihayet gerçek dünyaya adım atacaktı ama olmadı. Benimki sonu baştan beli bir savaştı. Yenilgiyi baştan kabullenmeliydim belki o zaman hayatım daha kolay olurdu. 
“Sen annem değilsin, hiçbir zaman da onun gibi olamazsın. Kimse beni onun kadar sevemez” dedi bir sabah. Ondan duyduğum son sözler oldu bu. Koca bebeğin büyümesini, kendi kanatlarıyla uçmasını beklemekten sıkılmıştım. Şimdi son kez bakıyorum yaşadığımız eve içinde yaşayan bu insan yavrusu nasıl büyüyecek hiç bilmiyorum.