26 Ekim 2019 Cumartesi

Akşam Yemeği


“Dünya dönüyor sen ne dersen de, yıllar geçiyor fark etmesen de”
Nil hadi kapat müziği de hazırlan artık geç kalacağız yemeğe. Nil hiç duymamış gibi odanın içinde dans etmeye devam ediyordu. Efe yanına gitmeden önce müziği kapatarak bağırmaya başladı.
“Of Nil sana hazırlan geç kalacağız diyorum sense şu haline bak. Alt tarafı annemlerle yemek yiyip geleceğiz. Ne var bunda. Ne kadar kaçacaksın bu durumdan. Bıktım artık bıktım”
“Sen mi bıktın yoksa ben mi, hiç soruyor musun ban acaba her cumartesi senin annenle yemek yemek istiyor muyum acaba?”
“Alt tarafı bir yemek ne var ya ne var bunda”
“Her haftasonu lanet olası evlendiğimizden beri bir cumartesi gecesi baş başa bir program yapmadık farkında mısın? Bu cumartesi ne yapalım annemle yemek yiyelim, evliyiz biz farkında mısın. Senin ailen benim artık.”
“Napsın kadın. Seninle evlendim diye annemi unutayım mı, onu mu istiyorsun.”
“Ne yaprsan yap artık, ne yaparsan yap. Beni karıştırma yeter ki. Annenle mi çıkmak istiyorsun çık, hatta yemek yetmez onunla kal bu akşam istersen hiç gelme.”
“Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?”
“Evet canım çok ciddiyim ben”
“Peki. İstediğin gibi olsun.”
“Peki”


Efe zaten hazırdı. Tek bir söz söylemeden arabasının anahtarlarını aldı ve çıktı. Nil ise sadece arkasından bakakaldı. Yıllardır yapmak istediği konuşmayı nihayet yapmıştı, rahatlamıştı rahatlamasına ama, içindekiboşluk da neyin nesiydi. Sen değil miydin her hafta sonu onun annesiyle yemek yememek için direten, gitmek istemeyen bak işte özgürsün, şimdi istediğini yapabilirsin. Haydi ne duruyorsun.
“Aaaaaaa lanet olsun lanet olsun.” Eline ne geçerse bağırarak duvara fırlatmaya başladı. Yemeğe gitmeyecekti ama yine de mutlu değildi. Bağırdı, ağladı. Bunlar yetmemiş olacak ki eline makas aldı ve dolaptan Efe’nin kıyafetlerini çıkararak kesmeye başladı.
“En sevdiğin gömlekten başlayacağım işe Efe bey, bak bakalım beni kızdırmak nasıl oluyormuş.” Hırsını alana kadar, gömleklerini, pantolonlarını, tşirtlerini tek tek kesti, parçaladı. Ama hala siniri geçmemişti. Çok kızgındı. Yenilmişti. Efe onun yerine annesini tercih etmişti. Koca bir bebekle evlenmişim ben hiç büyümek şstemeyen koca bir bebeğikenxime koca yapmışım meğer dedi. Gözyaşlarını sildi. Elini, yüzünü yıkadı. En sevdiğisiyah mini elbisesini çıkardı dolaptan, yıllar olmuştu bunu giymeyeli, içine sığabilme konusunda endişeliydi ama zor da olsa fermuarı kapattı koca bir gülümseme yayıldı suratına. Hala iş var bende diye söylendi. Makyaj masasına oturdu, hafif bir makyaj yaptı, kırmızı rujunu sürdü, saçını topladı. Uzun sallantılı küpelerini taktı. Aynada kendine baktı. Şimdi ne yapacağım diye bağırdı. Şimdi ne yapacağım. Önce kırmızı rujunu elinin tersiyle sildi. Suratının yarısının kırmızı olmasına aldırış etmeden aynaya yaklaştı. Kendini aynada ilk defa görüyormuşçasına şaşırdı.
“Kimsin sen? Söyle bana kimsin?” Cevap gelmeyince iyice hiddetlendi.
“Benim bedenimde ne arıyorsun söyle” hala cevap yoktu. Ağlamaya başladı.
“Bu yorgun gözler kimin, mutsuz surat kimin, en son ne zaman güldüm ben, ne zaman baktım aynada kendime, ne zaman dokundum saçlarıma, ne zaman kendimi özel hissettim.” Sorular birbiri ardına geliyordu durmaksızın. Sus, lanet olası sus. Ama zihin susmaz. Bir kere başladı mı sorgulamaya perdeler açılır ve insan gerçeklerle yüzleşir. Nil de ilk defa o an aynada kendisiyle yüzleşmişti. Bu kadar mutsuz olduğuna, tükendiğine inanamıyordu.
“Ne yapıyorum ben, bu evde ne yapıyorum” sesi fısıltıyla çıkmıştı. Anılar birer birer saklandıkları okuytu köşeden çıkarken hatırladıklarının ağırlığıyla yere yığıldı. Dar kıyafetinden pörtleyen göbeğine baktı, ne zaman çıkmıştı bu kadar. Kendine bu kadar ne zaman yabancılaşmıştı hayret etti. Zaman su gibi akıp gitmiş ve kendiyle arasına aşılmaz duvarlar örmüştü sanki. Efe tarafından fark edilmek, sevilmek için kendisinden vazgeçtiğini fark ettiğinde çok geçti. Kendime ne yapmışım bunca zaman diye ağlıyordu yarattığı enkazının içinde.

Her aşk biterken bir enkaz bırakır gerisinde. Büyük bir enkaz. Kimin üstüne yığılacağı ise muammadır. Giden mi nasiplenir bu enkazdan yoksa kalan mı. Emin değildi Nil ama bu enkazın altında kalmıştı ve yaralarını, kırıklarını nasıl tamir edeceğini bilmiyordu. O gece kendi başına kaldığı o cumartesi gecesi büyük bir aydınlanma yaşadı. Kendi olmaktan vazgeçmeyecekti artık, başkası, o başkası kocası bile olsa izin vermeyecekti kendisine yabancılaşmasına. Sabaha kadar ağladı. Yitip giden yıllarına, verdiği emeklere, boşa geçen hayatına. Sabah olduğunda yeni bir gün başlamıştı tüm tazeliğiyle. Güneş perdedeki boşluktan içeri girerken kalktı ayağa iyice açtı perdeleri, camları. Temiz hava içeri dolarken kararını çoktan vermişti bile. Eşyalarını bile toplamadan çekti kapıyı ve çıktı.

22 Ekim 2019 Salı

Hesaplaşma

İçsel bir hesaplaşma bizimkisi, önü, arkası, sağı, solu belli olmayan. Başı var mıydı, ilk kim başlattı bilmiyorum, bitecek mi emin değilim. Hiç yorulmuyoruz, yıpranmıyoruz, ilk günü gibi savaşmaya devam ediyoruz hala. Ne vardı sanki bunu yapacak, neden böyle davrandın, benim canımı çok acıttın, seninki daha çok acısın, hiçbir yere gidemezsin, benim dediğimi yapacaksın. Bitmek bilmeyen didişmeler, kim haklı kim haksız kavgaları. Esra tüm bunları düşünürken ablasıyla içinde bulunduğu  durumun onu ne kadar yıprattığını fark etti. Artık birisinin bu anlamsız savaşa son vermesi gerekiyordu. Kırk yaşının arifesinde artık yorulmuş, kaçabileceği en uzak noktaya kaçmış, tüm sevdiklerinden, tanıdıklarından kendini soyutlamıştı. Oturduğu kafenin camından dışarı baktı. Kırmızı saçlarıyla aynı renk mont giymiş genç bir kız aynı yaşlarda başka bir kızla kimselere aldırmadan öpüşüyordu. Ne kadar canlılardı, kendileri gibiydiler ve adeta her bir hücrelerinden aşk fışkırıyordu. Kimseyi umursamadan sadece ikisi vardı o anda. İmrendi onlara, onlar gibi korkusuz olmayı isterdi. Kendileri gibi olmayı başarmış maskesiz insanlara gıptayla bakardı hep. O ise hep maskeyle gezmek zorunda kalmıştı. İşyerinde Esra bambaşka iken, arkadaşlarının yanındaki Esra bambaşkaydı, ablasıyken hele tamamen farklı biri oluyordu. Peki gerçek Esra kimdi, ondan nereye kadar kaçacaktı. Ne zaman kendisiyle, kim olduğuyla yüzleşecekti. Hayattaki en zor iş insanın kendini bulmasıydı en iyi o bilirdi bunu. Kimselere benzemeden, kimselerden etkilenmeden, öylesine duru, öylesine çıplak,  öylesine güzel olabilmek. Düşünceleriyle boğuşurken biraz önceki aşık çift çoktan gözden kaybolmuştu bile.

Tam bir yıldır burdaydı. Dilini bilmediği, hayatını silip yeniden başlamak için kaçıp sığındığı bir limandı onun için. Geçen sene girdiği tüm savaşlardan yenik düşmüş bir halde, yaralarını sarmak için gelmişti bu uzak ülkeye. Yabancı olmak istemişti. İnsanların kafalarındaki etikete göre davrandıkları düzenden çok sıkılmıştı. Olduğu gibi görülmek, kabul edilmek istiyordu. Şehir onu sert rüzgarlarla karşılamıştı tıpkı yüreğinde esen fırtınalar gibi. Aynı zamanda sarı yapraklarla, hiç bitmeyecek zannettiği yağmurlarla. Yağmur yağdığında camdan dışarı bakar o da ağlardı. Ne yağmur dinecek ne de akıttığı gözyaşları bitecek diye düşünmüştü o vakitler. Ama yanılmıştı. Zaman her şeyin ilacı diyenler haklıydı. Zamanla yağmurlar dindi yerini güneşe bıraktı, gözyaşları dindi tekrar gülümsemeye başladı. Yine sonbahar gelmiş ağaçlar yapraklarını teker teker dökerek kendilerini sonbahara hazırlıyordu. Ben neye hazırlanıyorum diye düşündü. Kim olduğumu yıllarca sakladım, korktum, gerçekler açığa çıkınca da kaçtım. Oysa tek istediğim kabul edilmekti. Ablasıyla yaptığı son konuşma geldi aklına. Yıllar öncesinden kalan hayalet peşini bırakmıyordu bir türlü.

“Ahlaksız, sen ailemizin yüz karasının. İyi ki annem görmedi bu günleri. Nasıl olur Esra anlayamıyorum. Neden? Hem de benim arkadaşım Selin’le. Hiç mi utanmıyorsun?”
“Seviyorum abla.”
“Ne demek seviyorum, ne demek. Ben arkadaşımın yüzüme nasıl bakacağım şimdi, ne diyeceğim ben ona. Peki eniştene ne diyeceğim, elaleme rezil olacağız senin yüzünden”
“Abla anla beni. Hep böyleydim. Seviyorum”
“Ne demek anla beni, anlamıyorum, anlamak istemiyorum. Unut onu, benim seçtiğim adamla evleneceksin en kısa zamanda. İkimiz de unutacağız bu konuyu, hiç olmamış gibi yapacağız. Anladın mı beni?”
“Hayır abla. Olmadığım biri gibi davranamam, ben böyleyim. Selin’i seviyorum.”
“Evleneceksin dedim o kadar.”
“Hayır”
“Ne diyorsam onu yapacaksın yoksa”
“Yoksa ne olur”
“Kötü olur”
“Senin istediğin gibi olmayacak bu sefer.”
“Eğer gidersen seni silerim.”
İkisi de durmuştu bu sözün üzerine. Esra korkuyordu ablası tarafından reddedilmekten, ailesinden geriye kalan tek kişiydi o. Yıllardır didişseler de kardeştiler sonuçta. Aralarında sessizliği Esra bozdu.
“Gidiyorum”
“Git, bir daha da gelme, arama, sorma. Benim senin gibi bir kardeşin yok artık. Keşke o kazada annem yerine sen ölseydin”

Esra eşyalarını toplayıp evden ayrılırken ablasının sözleri yankılanıyordu kulaklarında. Keşke sen ölseydin. Derin bir nefes alarak zor da olsa hatıralarından sıyrıldı. Daha ne kadar acıyabilirdi canı bilmiyordu. Yağmur başlamıştı, insanlar ise aldırış etmeden yürümeye devam ediyorlardı. O ise her seferinde ıslanmamak için içeri kaçmıştı. Şimdi ise kalktı, sokağa çıktı ve ilk defa yağmurun kendini ıslatmasına izin verdi. Her adımda daha çok ıslandı, sanki bedenine değen her zerre ruhunu da temizliyordu. Gözyaşlarını yavaşça kirpiklerinden süzülürken hiç olmadığı kadar huzurlu hissetti kendini. Artık kendim olmaktan, olmadığım biri gibi davranmaktan kaçmama gerek yok diye düşündü.


12 Ekim 2019 Cumartesi

Kefaret

Sakin bir sabaha uyanmıştı içindeki fırtınaya inat. Günlerdir yağan yağmur durmuş adeta şehrin tüm pisliğini alıp götürmüştü. Pencereleri açtı soğuk havanın ciğerlerine dolmasını bekledi. Rüzgar perdeleri havalandırırken kendi düşüncelerinde boğulmak üzereydi. Güya buraya herkesten kaçıp kafa dinlemeye gelmişti ama düşüncelerini zapt edemediği için daha da kötü olmuştu. Neye karar vereceğini hala bilmiyordu? Gitse mi kalsa hangisinde daha çok canı acırdı. Yeni bir hayata başlamak istiyordu en çok, geçmişi sıfırlayıp yeniden başlamak. Tekrar çocuk olmak belki canı acımadan büyümek. Hı canı acımayacakmış lafa bak, sen acı olmadan büyündüğünü gördün mü hiç diye konuşmaya başladı içindeki hiç susmayan ses. Kafasını iki yana sallayarak kapa çeneni diye bağırdı. Üşümüştü, soğuk hava kısa sürede odayı buz gibi yapmıştı. Aldırış etmeden hızlıca giyinmeye başladı. Siyah kot pantolon, siyah kazak, uzun çizmelerini de ayağına geçirdi. Hazırdı. Aynanın karşısına geçerek kendine baktı. Saçlarını tepede sıkıca topladı. Savaştan çıkmış kadar yorgun görünüyordu. Dışarda hafif bir yağmur başlamıştı. Çantasını aldı ve doğru hızlı adımlarla iskeleye doğru yürüdü. Kararını vermişti, ne olursa olsun kalıp savaşmaya devam edecekti. Bunca yol korktuğu, kaçtığı yetmişti. Yağan yağmura aldırış etmeden gülümseyerek yürüdü. İskeleye vardığında vapurun gelmesine daha yarım saat zamanın olduğunu gördü. Bekleme salonuna girerek kapının yanındaki koltuğa oturdu. Kendisinden başka bekleyen kimse yoktu. Yağmur damlaları yavaşça cama vuruyor, tıkır tıkır çıkardığı sesler kulağa hoş bir melodi gibi yayılıyordu. Sabırsızca ayaklarını sallamaya başladı. Tık, tık, tık. Bu tıkırtı da beyin nesiydi. Etrafına baktı kimse yoktu. Gittikçe artan ses rahatsız edici olmaya başlamıştı. Tık, tık, tık. Saate baktı ama daha gelmesinin üzerinden beş dakika bile geçmemişti. Derin bir of çekti. Denize doğru baktı sese aldırış etmemeye çalışarak.

Şiddetli dalgalar peşin sıra sahili dövüyordu. Ne zaman bu denli dalga olsa hep o anı gelirdi gözünün önüne. Sekiz yaşında halasının yazlığına tatil gittikleri, normal başlayan bir günün kabusa dönüştüğü o gün. Hala canını acıtıyordu hatırladıkça. Sen ittin kardeşini, sen öldürdün onu kurtarabilirdin diye bağırmıştı babası. Annesi ise yüzüne bile bakmamış tek kelime bile etmemişti. O olaydan sonra yatılı okula gitmişti zaten. Kafasını salladı anılardan bugüne gelmek için. Yeter artık kendimi bu kadar hırpaladığım, kaçtığım yıllarca, ben de çocuktum anlıyor musun, bilerek yapmadın. 
“Bilerek yaptın” 
“Ne dedin sen” bir anda düşüncelerine gelen karşılıkla irkildi. Etrafına baktı kimseyi göremedi. Açık hava iyi gelir düşüncesiyle dışarı çıktı ama daha ilk adımda pişman oldu. Sabahki sakin hava gitmiş yerine fırtına çıkmıştı. Rüzgardan ayakta durmak bile mümkün değildi. Çaresiz tekrar içeri girdi. Saate baktı daha yirmi dakika vardı vapurun gelmesine. Kendisi şehre, eski anılara, geçmişine götürecekti vapur. Kısa boylu bir adam girdi içeri. Üşümüş ellerini birbirlerine sürterek ısınmaya çalışıyordu. Burnunu çekti, ondan tarafa hiç bakmadan 
“Kızım bu havada vapur gelmez hiç boşa bekleme. Bütün seferler iptal. Ben de kapatmaya geldim. Yarına Allah kerim” diyerek kısa sürede seferler iptal yazısını asarak gitti. O da mecburen çıkmak zorunda kaldı. Bu havada eve gitmekten başka şansı yoktu. Of şimdi bu havada o yokuşu kim çıkacak diye düşündü. Şiddetli rüzgar iliklerine kadar üşütmüş, kısa sürede yağmurun etkisiyle sırılsıklam olmuştu. Ağız dolusu bir küfür savurdu yokuşun başında. Şimdi de gitmek isteyip gidememişti şu lanet olası adada esir kaldım hay şansıma diye söylenerek yürümeye başladı ama nafile rüzgardan adım atmak mümkün değildi. Zorlukla iki adım atmıştı ki birden daha önce görmediği su birikintisine ayağı kayıp düştü. Alelacele elini yere koyup kalkmaya çalıştı ama rüzgar onu öyle bir savurdu ki kalkmak şöyle dursun daha derine battı. Kıpırdıyor, bağırıyor, haykırıyordu ama ne yaparsa yapsın kurtulamıyordu bir türlü. Sanki her çırpınışta daha derine batıyor gibiydi. Suyun birden hareket ettiğini ve onu boğmaya çalıştığını fark ettiğinde dehşet içinde donakaldı. 

“Beni yalnız başıma bırakıp gitmeyecektin”
“Git başımdan” ağlamaya başladı. Bir yandan da kurtulmak için daha çok çırpınıyordu. 
“Çıkamayacaksın burdan boşa uğraşma, aynen benim gibi boğulacaksın”
“Git dedim” sanki her hareketi daha çok dibe batmasına neden oluyordu. Yorulmuştu, sırılsıklamdı, üşüyordu.
“Ben de çocuktum. Benim suçum yok”
“Sen ittin beni, sen bıraktın gittin dalgaların içinde”
“Benim suçum yok. Şaka yapıyorsun zannettim.”
“Hayatımı mahvettin”
“Git başımdan. Suçsuzum ben. Yıllardır çektiğim yetmedi mi?” 
Bir an sustu. Ses de sustu. İkisi de sustu. Sadece yağmurun ve sahilden gelen dalgaların sesi duyuluyordu. Sonra birden bağırmaya başladı.
“Yeter, yeter, yeter.” Avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
“Asıl hayatı mahvolan benim, ben. Ne gidebildim ne kalabildim bıktım böyle yaşamaktan. Yetmedi mi ödediğim kefaret, yıllar oldu. Yeter. Bırak beni.”
Bağırmasının ardından yağmur şiddetlendi, dalgalar çıldırmışçasına sahile vurmaya başladılar. Gök yarılıp tepelerine düşmek istercesine gürlüyordu. O ise fırtınanın kalbinde kendine sarılmış, çırpınmayı bırakmış sakince duruyordu. Kıpırdamıyordu bile akıntıya kapılmış gidiyordu. O sakinleyince yağmur da sakinledi. İçinde boğulmak üzere olduğu dalgalar da sakinledi, onu yutmaktan vazgeçmiş görünüyordu. Sular çekildi. Derin bir nefes alarak ayağa kalktı, gözyaşlarını silerek evine giden yokuşu tırmanmaya başladı. Kalbi hiç olmadığı kadar hafifti. Yarın yeni bir gün olacak, yeni başlangıç diye hatırlattı kendine. Yeni bir gün yeni bir başlangıç. 

4 Eylül 2019 Çarşamba

Son Otobüs

Son otobüsü bekliyorum ellerim ceplerimde. Serin esen rüzgar incecik ceketimden içeri sokularak yavaş yavaş donduruyor bedenimi. Dişlerim tıkırdamaya başlıyor. Bir yandan üşüyen bedenimi hareket ettirmek için sağa sola sallanırken diğer yandan da otobüsü kaçırmamak için yola dikkat kesiliyorum. Nihayet kırmızı otobüs sokağın köşesinden dönerek hantal bir fil gibi ağır ağır ilerliyor. Hadi çabuk ol çok üşüdüm diye söyleniyorum. Gacır gucur sesler çıkararak zorlukla da olsa duruyor durakta. Biniyorum. Üst kata çıkıyorum. Bu saatte benim haricimde kulağında kulaklık camdan dışarı bakan genç bir delikanlı ile yaşı epeyce ilerlemiş bir adam oturuyor. Merdivenlerden çıkıyorum. Şehrin bilmediğim sokaklarında ilerliyoruz. Işıl ışıl tüm şehir, insanlar sıcacık yuvalarında mutlu hayatlar yaşıyorlar diye düşünüyorum. Bu saatte çoktan yemekler yenmiştir, hoş bu İngilizler de yemek yapmayı bilmez ya hazır aldıkları yemekleri ısırıvermişlerdir anca. Çay içerler mi acaba bizim gibi her yemek sonrası. Camdan dışarı bakıp düşüncelere dalmışken otobüs ağır hareketlerle duruyor, yeni yolcular biniyor otobüse. Kapılar kapınıyor ve gecenin karanlığında tekrar yol almaya başlıyoruz. Yüzündeki buruşukluklara aldırmadan pembe etek ve pembe bluz giymiş, sarı saçlarını pembe kelebek tokayla tepede toplamış ve pembe ojeli tırnaklarıyla yaşını hiç göstermeyen bir teyze izin isteyerek hemen yanıma oturuyor. Kafamı sallıyorum ama bir yandan da bomboş otobüste neden geldi benim yanıma oturdu diye düşünüyorum.

“Hava çok soğuktu di mi bugün? Dondum.” Diye başlıyor söze. Bu yaştaki teyzeler nerde olursa olsun konuşmaya çok meraklı diye söyleniyorum içimden ama sırf kibarlık olsun diye “evet ben de çok üşüdüm” diye cevap veriyorum. Lafı daha fazla uzatmamak için kafamı çeviriyorum ama teyze belli ki konuşmak istiyor.

“Biz yaşlandık artık ama gençken bu sokaklarda az gezmedik. Benim bey geçen sene öldü. Dile kolay tam altmış yıl yaşadık beraber.”
“Kaybınız için çok üzgünüm”
“Sağol tatlım. Zaman çabuk geçiyor, ben de gençtim bir zamanlar senin gibi, güzeldim. Bir yürüdüm mü sokakta yürüyen insanlar dönüp bakardı bana. Ama Tom başkaydı. Sarı saçları, mavi gözleriyle daha ilk görüşte vuruldum. Hemen evlendik. Hiç çocuğumuz olmadı, Tom istemedi ben de onun kararına saygı duydum. Ama işte bilirsin bu yaşta yalnızlık zor.”

Ne diyeceğimi bilemiyorum. O güzel mavi gözlerindeki yaşları görüyorum, sarılıp onları silmek istiyorum.
“Bak şurdaki koca binayı görüyor musun ışıklı, hemen onun arkasında oturmuştuk ilk evlendiğimizde. Meydanda panayır kurulurdu pazarları. Bir keresinde sirk gelmişti çok heyecanlanmıştım ama öyle içinde hayvan olan sirklerden değil. İp cambazını izlerken çok heyecanlanmıştım, o da benim heyecanıma gülmüştü. Bir türlü büyümek istemeyen bir çocuk gibisin demişti o gün bana en ufak bir yenilik seni heyecanlandırabiliyor. Tüm gün gülmüştük.”

İkimiz de susuyoruz bir süre. Mavi gözlerine hüzün yerleşiyor. Pembe dudakları titriyor. Elimi uzatıp elinin üstüne koyuyorum. Ne kadar da yumuşacık eli bana babaannemi hatırlatıyor. Her bayramda gittiğimizde bana annemden gizlice şeker verir sonra da göz kırpardı. Bu ikimiz arasında sır sakın annene söyleme diye tembihlerdi her seferinde. Gülümsüyorum. İkimiz de kendi dünyalarımıza dalıyoruz. Kendi kayıplarımıza, kendi sıradan hayatlarımızdaki, sıradan hikayelerimize dönüyoruz.

“Hayat çok kısa diyerek konuşmaya başlıyor tekrar. Gençken çok uzun gibi gelir insana, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi. Ama bir gün bir bakarsın ki yolun sonuna gelmişsin bile ne olup bittiğini anlamadan. Gençken yalnız yürümek cazip gelebilir insana, bu gitsin nasılsa başkası gelir. Ama asıl kaybedince anlıyor insan sevdiğinin değerini. Çok sevdim, çok sevildim,  çok güzel bir hayat yaşadım Tom’la. Hayatını yaşamayı erteleme tatlım.” Elimi sıkarak benimle vedalaşarak bir sonraki durakta inip karanlığa karışıyor. Bense bir süre arkasından bakakalıyorum. Sonra kafamı cama yaslayıp gözlerimi kapatıyorum, kulaklarımda ise son sözleri çınlıyorum hayatı yaşamayı erteleme.

27 Ağustos 2019 Salı

Yeni Ev

Seher nikahtan sonra kocasıyla birlikte ilk defa birlikte oturacakları eve geliyordu. Asansörü olmayan apartmanda beşinci kattaki daireye ulaşmak için merdivenleri Nezih önde o arkada hızlı adımlarla çıktılar. Nihayet daireye geldiklerinde nefes nefes kalmıştı. Kocası cebinden anahtarları çıkarıp eski ahşap kapıyı açmaya çalışırken o da merdivenleri çıkarken incelemeye fırsat bulamadığı apartmanı incelemeye koyuldu. Eskiden yavru ağzı olduğunu düşündüğü duvarların rengi solmuş bazı yerlerde boyalar dökülmüş ve altından yeşil renkli boya fırlamıştı. Bazı kesimlerde çocuklar resim yapmış, yazılar yazmıştı. Daha önceki katlarda mermer olan zemin en üst kata çıkıncaya kadar yerini taşa bırakmıştı. Eski evlerini hatırllatı bu zemin kapkara taş döşeli tek katlı evleri. Annesinin yakınmaları kulaklarında çınladı o esnada. “Bıktım bu kara taşkara bakmaktan, ne temizlik belli oluyor, ne pislik, bir gün yüzü göremeden ölecem böyle giderse.” Her temizlik sonrası böyle söylenirdi annesi. Nezih’in uzun uğraşlar sonucu kapıyı açmasıyla düşüncelerinden sıyrılarak eve girdi. Ev Nezih’e aitti. İlk karısı Meliha ile evlendiklerinde yerleşmiş, otuz yıl boyunca bu evde oturmuşlardı. Şimdi ise aynı evde ikisi beraber yaşayacaktı. Meliha nereye gitti acaba diye düşündü, Nezih’e sormuştu ama doğru dürüst bir cevap vermemişti adam. En sonunda kızıp sana ne deyip konuyu kapatmıştı. Şimdi evliliğinin ilk dakikalarında onu düşünmenin manası yoktu.

Ayakkabılarını çıkarıktan sonra koymak için yer aradı ama bulamadı. Nezih çoktan gitmişti bile. Kapının önünde bırakarak çekingen adımlarla ilerledi. Uzun koridor boyunca duvarlarda tek bir resim veya süs asılmadığını fark etti. Koridor bittikten sonra sola dönerek salon olduğunu düşündüğü odaya geçtiğinde gözüne ilk çarpan annesinin evinde de olan krem rengi üstünde kocam güllerin olduğu kalın perdeler oldu. Gündüz olmasına rağmen perdeler dışardan gelen en ufak bir ışık almayacak şekilde sıkı sıkıya kapanmıştı. Yanlarına yaklaşarak perdeleri açtı ve yakıcı bir güneş doldurdu odayı. Aniden maruz kaldığı aydınlık sonrası gözleri kamaştı, kırptı gözlerini ve odaya dönerek eşyalara göz atmaya başladı. Yeşil kadife kaplı koltuk takımın üstüne bir kat örtü örtülmüştü. Yemek masasına ait sandalyeler de aynı yeşil kadife kumaşla kaplıydı. Duvardaki kocamın konsola gözü ilişti ve yakından incelemek için yanına gitti.  Bir gözünde dantellerin üstünde kristal bardak takımı vardı. Seher bu takımın bir kere bile kullanılmadığına o kadar emindi ki. Aynı takımdan annesinde de vardı ve her ay çıkarıp özenle siler, parlatır, altındaki dantelleri kolalayıp koyar, güzelce vitrinin tozunu alıp öyle yerleştirirdi. “Misafirlik bunlar kızım, lazım olur bir gün” derdi demesine ama bir kere bile lazım olduğunu görmemişti. Vitrinin diğer tarafı ise tamamen süs eşyalarıyla doluydu. Minyatür bebekler, küçüklü büyüklü filler, ahşap bir palyaço, kıvırcık saçlı, pembe yanaklı porselen bebek. Vitrin ağzına kadar eşya doluydu. O an Meliha’nın vitrinin önünde bunca eşyanın tek tek tozunu aldığını hayal etti. Vitrinin kapağını açmış bebeklere doğru uzanırken Nezih’in sesiyle kendine geldi.
“Seher nerdesin kız, seni bekliyorum kaç saattir.”
Seher sesin nerden geldiğini anlamaya çalışarak karanlık koridorlarda iledi. Koridorun sonuna geldiğinde yatak odası olduğunu düşündüğü kapıyı açarak içeri baktığında gördü kocasını. Soyunmuş yatakta onu bekliyordu.
“Hadi kız, soyun da gel.”
Müstakbel kocasını ilk sefa çıplak gören Seher bir süre yatakta çıplak vaziyette uzanmış adamı incelemeye başladı. Göğsündeki kıllar beyazlamış, memeleri sarkmıştı. Kolları da yumuşacık görünüyordu ayaktan bakınca. Göbeği aşağı doğru sakmış kalkan erkeklik organının üstüne düşmüştü. Adamın kıyafetler içinde daha çekici olduğunu düşündü, en azından giyinikken yaşını göstermiyordu bir an vücudundan midesi bulandı ve kaçarak uzaklaşmayı düşündü ama adam sabırsızdı. Kızın karşısında durmuş donmuş bir vaziyete onu incelemesinden sıkılmış ve bir hamlede kalkarak onu kolundan tutup yatağa atması , eteğini sıyırarak içine girmesi ve ritmik hareketlerle ilerlemesi, kulağının dibinde hırıltılar çıkararak hızlanması ve aniden boşalması ve bu esnada Seher’in sol kalçasını sıkması o kadar ani olmuştu ki ne olup bittiğini adam üzerinden yana kayıp kendini yatağın sol tarafına bırakmasıyla anlamıştı. Bacağından aşağı doğru kayan ılık sıvıyı hissetti. Elledi yapış yapıştı, midesi bulandı. Bir an önce yıkanmak ve bu yapış yapış sıvıdan kurtulmak istiyordu. Kalkmak için doğruldu ama kocasının kolu onu durdurdu.

“Nereye?”
“Duşa”
“Neden?”
“Sıcak su yok, biz sadece pazardan pazara yıkanırız. Peçeteyle sil üstünü başını” Seher anlayamadı önce adamın ne demek istediğini.
“Su mu yok. Ama ben her gün yıkanırım”
“Su, doğalgaz kaç para senin haberin var mı küçük hanım. Hafta bir kez yıkanıyoruz dedim bitti. Anlaşıldı mı”

Çaresiz kalktı yataktan peçeteyle bacaklarını, bacak arasını sildi. Üzerini değiştirdi, adama baktı çıplak bir vaziyette yan yatmış uyuyordu. Erkeklik organı küçücük kalmış koca göbeğinden zar zor fark ediliyordu. Bu odanın perdeleri de sıkı sıkıya kapalıydı. Kalın kadife bordo renkli perdeler o an sanki üzerine gelip onu boğmak istiyordu. Odadan kendini dışarı zor attı. Hazır kocası uyurken evde biraz dolaşıp keşfetmenin zamanı diye düşündü.
Mutfağı buldu, karanlıktı, ışığı açtı ve hızlıca göz gezdirdi. Küçücüktü mutfak, iki adımda bitiyordu. Cama yaklaştı, karşısındaki kocaman gri çirkin apartman tüm güneşi engelleniyordu. Mavi renkli mutfak dolapları zaten karanlık olan mutfağa daha da kasvetli bir hava katmıştı. Bunaldı, derin bir nefes aldı. Eve adım attığından beri burnuna gelen o ekşimsi koku ciğerlerini yaktı. Midesi alt üst oldu ve daha fazla dayanamayarak lavaboya kustu. İçinde ne var ne yoksa çıkardı hepsini ama rahatlamak şöyle dursun daha da kötü hissetti kendini. Camın kenarındaki masaya oturdu. Muşamba kaplı masa yapış yapıştı, iğrenerek ellerini çekti. O an çok susadığını fark etti, Bardak bulmak için dolaplara uzandı ama hangi dolaba elini atsa yapış yapıştı kapaklar. Midesi daha fena bulandı ve tekrar lavaboya doğru eğilerek içinde herhangi bir şey kalmayana kadar kustu. Doğruldu, yüzünü yıkadı, buz gibi su çarptı yüzüne. Cama doğru giderek açtı, ekşi koku bir türlü gitmiyordu burnundan. Camdan gelen temiz havayla derin bir nefes aldı.

Tüm hafta temizlikle geçti, mutfak dolaplarında ne varsa hepsini aşağı indirdi yıkadı, dolapları parlayana kadar ovaları, tüm perdeleri indirdi yıkadı, duvarları baştan aşağı sildi, yerleri ovaları, banyo fayanslarının arasını diş fırçasıyla kolunu koparırcasına fırçaladı. Camları sonuna kadar açtı evi havalandırdı ama ne yaparsa yapsın evdeki o ekşi kokuyu çıkaramadı. Zamanla alıştı bu evde yaşamaya, evli olmaya, başkasının eşyalarıyla yaşamaya. Bir sene göz açıp kapayana kadar geçmişti bile. Eşinin en sevdiği yemekler  olan musakka, pilav yaptı yanına üç çeşit patlıcanlı meze hazırladı, rakıyı soğuttu,  güzelce giyindi. Kocası gelince beraber yemek yediler, rakı içtiler. Kocası iki dubleden sonra çakır keyif oldu, kanepede uyuyakaldı. O ise sofrayı toplamaya koyuldu. O esnada pakenin üstünde koyu kırmızı bir leke fark etti. Islak bez getirip sildi, sofrayı toparlayıp uyumaya gitti. Sabah kalktığında aynı yerde aynı lekenin biraz daha büyüdüğünü gördü. Israrla eğilip sildi. Her sabah aynı olay tekrarlanmaya başladı. Sabah kalktığında lekeyi görüp siliyor ama gece ne oluyorsa artık leke tekrar ortaya çıkıyordu. Hep aynı yerde koyu kırmızı bir leke. Leke çıkarıcılar aldı, değişik deterjanlarla sildi ama ne yaparsa yapsın bir türlü kurtulamadı lekeden.
Alışveriş döndüğü bir yaz günü apartmanın önünde oturmuş çekirdek çitleyen kadınların arasından içeri girmeye çalışırken fısır fısır konuşmaları geldi ulaştı kulağına. Edepsiz dedi biri, kaltak dedi diğeri, gurursuz diye ekledi öteki. Aldırış etmedi önce ne de olsa bunlar Meliha’nın arkadaşlarıydı, komşularıydı. Kaç yıl birlikte yaşamış olmalıydılar. Ses etmeden yukarı çıkmaya çalışırken biri durdurdu onu.
“Ne o selamsız. İyi günler demek yok mu”
“Şey..” cümlenin devamını getiremeden boğazının kuruduğunu fark etti.
“Korkma biz insan yemeyiz. Hele senin gibi kaltakları hiç yemeyiz”
“Utanmadın mı kız baban yaşındaki adamla evlenmeye, çükü kalkıyor mu bari.”
“Yaşlı adamla işler nasıl?”
“Ne oldu güzelliğine mi vuruldu senin, yarın yaşlanınca duracak mı yanında”
Tek bir söz söyleyemiyordu çıkmıyordu ağzından kelimeler. Adeta taş kesilmiş vücudunun tek bir noktası bile hareket ettiremiyordu.  En sonunda aralarında daha yaşlıca olan bir kadın kolundan tutup çekti, kurtardı kalabalıktan ve beraber merdivenlere doğru yürümeye başladılar.
“Üzülme kızım, herkes konuşur, bunlara dedikodu lazım, aldırma sen. Hem biliyor musun Meliha için böylesi daha iyi oldu. Çürüyordu kadıncağız o evde. Haydi sen de aldırma çık evine.” Dedikten sonra onu merdivenlerin başında bırakarak ayrıldı yanından. Seher diğer kadınlar peşine takılmasın diye hızlıca merdivenlere yöneldi ve koşar adım çıkarak eve kendini zor attı. Ev sanki bugün daha da ekşi kokuyordu. Camları açtı, temiz tava yayıldı eve. Salına geçti, sabah sildiği yere baktı leke daha da büyümüş öylece duruyordu ortalık yere. Eğildi ve hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Vitrini açtı, önce kristal bardak takımlarını tek tek eline atıp duvara fırlatmaya başladı, sonra süslere geçti, en son porselen bebeği aldı fırlattı. Bir yandan bağırıyor, bir yandan da tüm eşyaları parçalıyordu. Cam kırıklarına aldırış etmeden tek hamlede perdeleri yere indirdi. Bir senedir başka kadının evinde onun hayaletiyle yaşamıştı bu evde. Nereye elini atsa o vardı. Kokusu tüm eve sinmiş söküp atamıyordu bir türlü. İstenmiyorsun. İstenmiyorsun. Defol git. Defol git diye bağırıyordu şimdi ev. Gözü salonun ortasındaki lekeye kaydı. Daha da büyümüştü sanki. Sanki bir adım atsa içine düşüp onu boğuverecekmiş gibiydi. Koşar adım kapıya gitti. Tek bir eşya bile almadan kaçıp gitti. Ardından onu ne soran oldu ne de özleyen.

12 Haziran 2019 Çarşamba

Tohum


Efsun elindeki tohumlara baktı bir süre, ne yapacağını bilmiyordu. Toprağa ekeceksin, haftada bir sulasan yeter, güneş görmeleri gerekiyor mutlaka demişti seminerine gittiği kadın. “En son ne zaman toprakla uğraştınız, toprağa bir bitki ekip onu büyümesini beklediniz sabırla, sadece suyla değil aynı zamanda sevginizle de suladınız onu. O kadar uzaklaştık ki doğadan topraktan, göğü delen binalarda yaşamaktan bir zamanlar toprağa bastığımızı unuttuk. Bugün size doğamızı hatırlatmak için tohum dağıtıyorum. Bunu hazır olduğunuda toprakla buluşturun, hepsi farklı sürpriz tohumlar. “  Kadının söyledikleri o zaman çok tuhaf gelmişti Efsun’a, kadının kıyafetleri, hareketleri, anlattıkları da tuhaftı. Bugüne kadar eğitime gelen tüm konuşmacılar hırstan, rekabetten, daha çok çalışmaktan bahsederken o yavaşlamaktan, durmaktan, kendi içimize dönmekten bahsetmişti. “Kendi içimize dönmezsek gerçeği göremeyiz, özümüzü, bizi oluşturan parçaları, kendi benliğimiz ancak kazıyarak, bizi saran kimliklerimizden kurtularak bulabiliriz. Uzun bir yolculuk gerekir bunun için, kolay olmayacaktır kuşkusuz, yolun yarısında yorulup geri dönmek isteyebilirsiniz, işte bugün size dağıttım bu tohum size yolunuzu hatırlatmak için var. Tohum toprakla buluştuğunda karanlıkta korkar, yapayalnızdır, üşümüştür, can suyu verirsiniz, kana kana içer, ama bu onu daha çok üşütür. Kız gelir buz tutar, soğuktan donacak kıvamdadır, şekil değiştirir. Bekler, hareket edemez karın altında, doğru zamanı bekler acılar içinde. Sonra bahar gelir toprak gevşer. Bir bakmışsınız tobum çatlamış ve toprağın üstünde minicik bir filiz çıkıvermiş. İşte gerçek sihir budur. Değişime ayak diretmeden filizleneceği günü sabırla bekler ve bir gün tohumdan bambaşka bir hale evriliverir ama özünü kaybetmez. Tam aksine özüne doğru giden bir yolculuktur bu. İşte biz de zorluklarla baş ettikten sonra başka aleme dönüşürüz, evriliriz. Boyut atlarız belki de. Burda hırs yoktur, kavga yoktur, rekabet yoktur sadece birlik vardır. Özmüzle kavga etmeden, kabul ederek bir olmayı öğreniriz. “  O gün eğitim bitip elindeki tohumlarla çalıştığı kata doğru çıkarken kadını düşünüyordu. Dedikleri mantıklıydı fakat nasıl uygulayacaktı bunları, söylemesi kolay, uygulaması zordu. Bakalım o gelsin burda camları açılmayan bu devasa binada mevsimlerden bihaber  çalışsın bakalım dediklerini uygulayabilecek mi diye söylenmişti merdivenleri çıkarken.

Gittiği eğitimin üstünden yıllar geçmişti, değişmişti. Rüzgar onu başka yerlere savurmuş, işi bırakmış, bir anda aldığı kararla ülke değiştirmişti. Tohumları bile unutmuştu aslında ama şans mı kader mi tohumlar onu unutmamış yıllardır çantasının bir köşesinde toprakla buluşacakları bu günü beklemişti sanki. Günlerdir aralıksız yağan yağmur nihayet dinmiş güneş yüzünü göstermişti. Bahçeye çıktı, taşların arasından çıkan otlara baktı, ne ara bu kadar büyüdüler hiç fark etmedim diye düşündü. Kenarlardaki küçük çakıl taşlarını attı, toprağa ulaştı, küçük bir çukur kazarak elindeki tohumları bıraktı. Toprakla üzerlerini örttü ve can suyu verdi. Kadının o günkü sözleri geldi aklına acaba şu anda karanlıkta üşüyor mudur diye düşündü. Acaba ne çıkacaktı, içini çocuksu bir heyecan kapladı. Günler aynı rutinde akmaya devam etti. Ülke değiştirse de rutinlerden kurtulmak kolay olmuyordu. Sabah kalk, işe git, çalış, akşam eve dön, tek başına yemek ye, biraz evde çalış, kitap oku, sosyal medyaya bak, sonra uyu, ertesi sabah yine aynılarını tekrarla. Mevsim kışa döndü, kar yağdı, hiç alışık olmadıkları kadar soğuk oldu. Hayatın önüne çıkardığı küçük sorunlarını çözmeye çalışırken, bir yandan da yeni hayatına alışmaya çalıştığı o soğuk kış günlerinin arkasından karlar eridi, yağmurlar yağdı ve bir sabah gözünü açtığında pırıl pırıl güneşi gördü. Uzun süre sonunda bahçeye çıktı, taşların arasındaki otları yoldu, kendince düzene sokmaya çalıştı küçük bahçesini. Ektiği tohumu çoktan unutmuştu.

Aradan yıllar geçti gittiği ülkeye alıştı, kök saldı. Umutsuzca geldiği bu ülkede tekrar yaşamaya başladı. Yıllar önce dada liseye giderken dansçı olmak istediğini fark etmişti. Müzik dans onun en büyük tutkusuydu. Çalan müzik eşliğinde saatlerce dans edebilirdi bıkmadan usanmadan. Ama babası engellemişti, olmaz demişti okuyacaksın, adam gibi mesleğin olacak. Kurumsalda çalışmıştı yıllarca. Camları, pencereleri açılmayan, aynı odada yüzelli iki yüz  kişinin deney hayvanı gibi bilgisayar başından ayrılmadan çalışmak zorunda olduğu gönüllü kölelik düzeni. Şimdi ise gönlünce dans edebiliyordu. Hafta sonu şehrin en büyük gösteri merkezinde gösterileri olmuştu. Tutkusunu bulmuş  o yolda ilerlemekteydi. Bir sabah uyandı, pırıl pırıl bir güneş vardı, perdeleri açtı, güneş tüm odayı doldururken uzun uzun gerindi. Kahvaltısını bahçede yapmaya karar verdi. Kahvesini yaparak bahçeye adımını attığında gözlerine inanamadı. İncecik, uzun gövdesiyle sadece iki dalı olan ve dallarında pespembe çiçekler açmış kiraz ağacı onu selamlıyordu. Yüzünde gülümsemeyle yanına gitti, bu yıllar önce ektiği tohum olmalıydı. Ben zorluk içinde buraya alışmaya çalışırken demek ki sen de toprağını bulup kök salmışsın. Ne kadar güzel ikimiz de zorluklar içinden geçerek kendimiz olmayı başarmış ve yuvamızı bulmuşuz. Elleriyle narince dokundu çiçeklere, gözlerinden akan iki damla yaşa engel olamadan.

7 Haziran 2019 Cuma

Elinci Yaş Günü

Aylin hazırladığı sofraya gururla baktı, tek bir eksik bile görünmüyordu. Bu gece mükemmel olmalıydı. Saate baktı daha misafirlerin gelmesine bir saate yakın zaman vardı. Kısa bir duş aldı, aynanın karşısında kremlenirken çıplak vücudunu seyretti bir süre. Elli yaşında olmasına rağmen hala vücudu çok iyi durumdaydı. Bunda yeni çalışmaya başladığı spor hocasının da etkisi vardı kuşkusuz. Emre’yle çalışmaya başladıktan sonra gözle görülür derecede sıkılaşmıştı. Ne kadar genç, ne kadar yakışıklıydı. Uzun bir süreden sonra tekrar arzulanmayan, öpülmeyen, dokunulmayan vücudu şimdi onu düşününce heyecanlanmıştı. Düşüncelerini  zorla kopararak bu geceye odaklanmaya çalıştı. Kocasının ellinci yaş günüydü. Tüm sevdiği arkadaşlarını çağırmış, bahçede küçük bir parti vermeyi planlamıştı. Dolabı açtı bu gece için özel aldığı kırmızı elbisesini giydi, saçlarını hafifçe omuzunda topladı, makyajını bitirdi. Aynda son haline bakarken kocasının sesini duydu.

“Hayatım, burda mıydın?”
“Geldin mi? Hadi hazırlan birazdan gelir konuklar”
“Aman ne gerek vardı bilmiyor musun ben hiç hoşlanmam, kalabalıktan.”
“Olur mu aşkım” dedi kocasının boynuna sarılarak. Boynundan öpmek için uzandığında aldı kokuyu. Daha da yaklaştı, tekrar kokladı. Kocasına ait değildi bu koku. Öpmeden uzaklaştı. “Kıyafetlerin yatağın üstünde, ben aşağı iniyorum, birazdan gelirler.”
“Tamam” dedi Serdar sıkıntıyla.

Aylin merdivenlerden inerken kapı çaldı. İlk gelenler yakın arkadaşı  Esra ile  kocası Mehmet idi. Öpüştüler, koklaştılar. “Şekerim nasılsın, iyiyim sen, çocuklar nasıl, aman bizimkiler de iyi kız Amerika’da oğlan da Eylül’de gidecek ablasının yanına, kilo mu verdin sen, çok güzelleşmişsin, aman canım o senin güzelliğin, kız bak ne duydum.” İkisi muhabbete dalmış konuşurken kapı çaldı, birer ikişer diğer konuklarda gelmeye başladılar. Her gelen ikişerli üçerli gruplar halinde içkilerini yudumlarken sohbet ediyorlardı bir yandan da. Aylin tek tek yanlarına gidip hoş geldiniz diyerek kısaca ilgileniyordu konuklarıyla. Yediler, içtiler, pasta kestiler, dans ettiler. Ilık bir yaz gecesinde bahçede konuklarıyla ilgilenirken mutluydu Aylin. Çevresindeki insanlara bakarken iyi bir hayatım oldu diye düşünüyordu. Kocası aradı gözleri kalabalığın arasında, havuzun başındaki şezlongun bir ucuna o diğer ucuna da Pelin oturmuştu. İkisi de bacaklarını birbirlerine doğru uzatmış, Pelin ayak ucuyla Serdar’ın bacaklarını okşuyordu hafif hafif. Efe’yi aradı gözleri, görünmüyordu. Uzaktan elinde içkisini yudumlarken ikisini seyretmeye başladı. Gözlerini birbirlerinden ayrımadan konuşup gülüşüyorlardı. Tam sırtında kuyruk sokumunundan tüm omurgası boyunca sürünerek ilerleyen bir yılan varmış ve tüm benliğini ele geçirmek istercesine dişlerinin arasından tısladı. Kocası kendisine en son ne zaman böyle bakmıştı, ne zaman böyle gülmüşlerdi, havuz başında beraber oturdukları günler bile sayılıydı. Adam kendine yılardır dokunmuyordu bile. Bir zamanlar kadın olduğumu bile unuttum diye düşündü. Birden tüm gardı düştü, inanılmaz bir karamsarlık çöktü üzerine, omuzlarını bıraktı, sırtında taşıdığı tüm yüklerden kurtulmak ister gibiydi. Hala gözü iklinin üzerindeydi, onlar ise çevrelerindeki kalabalığa aldırmadan baş başa koyu bir muhabbete dalmışlardı. Efe biliyor mu acaba diye düşündü gidip onu bulup sormak geldi içinden ama vazgeçti. Bu gece rezalet çıkarmayacaktı, yıllardır tanıdığı bunca insan arasında kendini küçük düşürüp rezil etmeyecekti. Koluna dokuna elle düşüncelerinden sıyrılarak kendine geldi.

“Şekerim dalmış , Pelin seninkini ağına düşürmüş bakıyorum da.”
Aylin ne diyeceğini bilemedi ama Esra’nın durmaya niyeti yok gibiydi.
“Aman Pelin’in bilmiyor musun sen. Efe’yle sadece kağıt üzerinde evlilermiş duyduğuma göre. Adam bıkmış bundan ama boşanamıyormuş da, tüm parasını istiyormuş. Alır valla onda bu göz varken. Kocanı uzak tut bu kaltaktan.”
Aylin ağlamamak için  zor tutuyordu kendini. Neyse ki Esra çok üstelemedi konuyu. “Bizim gitmemiz lazım şekerim yarın Paris’e uçucaz. Çok güzeldi bu gece, Serdar’ı da çok öpüyorum, tekrar mutlu yıllar.”
“Tamam şekerim çok teşekkürler geldiğiniz için.”
Tam ayrılırken Esra Aylin’e sarıldı ve kulağına fısıldadı. “O kadını uzaklaştır evden”

Gece yarısını çoktan geçmişti, konuklar teker teker veda ederken geriye sadece Pelin, Efe, Nihal ve Bahadır kalmıştı. Altı kişi havuz başınadaki şezlonglara oturmuş içkilerini yudumlarken bir süre sessiz kalıp yıldızları izlediler. Sessizliği ilk bozan Pelin oldu, Nihal’e dönerek,
“Ee siz ne zaman evleniyorsunuz, çok geciktirmeyin” diye sordu.
“Yaz sonu planlıyoruz bayramdan sonra bakalım”
“Son günlerinin tadını çıkar Bahadır, bak bir daha bulamazsın bu güzel günleri”
“Aman Efe, korkutma gençleri. Ne var evlilikte, evlilik güzeldir, evlenin.”
Aylin ise kafasında düşünceler sessizce dinlemeye çalışıyordu sohbeti. Efe hadi geç oldu biz kalkalım dese de Pelin’in kalkmaya niyeti yok gibiydi. Nihal’ler de kalktıktan sonra geriye sadece dördü kalmıştı bahçede.
 “Ne güzel bir akşam, yıldızlar nasıl ışıl ışıl bu gece.”
“Yaz akşamları neredeyse her akşam böyle, burda yatıp gökyüzünü izlemeye bayılıyorum.”  uzun süredir sessizce sohbeti dinleyen Serdar konuşmaya başladı. Aylin şaşırmıştı bu evde yaşadıkları  on yol boyunca bir kere bile onu burda oturup gökyüzünü izlerken görmemişti. Ama kocası devam etti. “İnsana garip bir huzur vermiyor mu yıldızlar, koca evrende yalnız olmadığımızı ama aslında düşündüğümüz kadar önemli olmadığımızı hatırlatıyor. “
“Ben de tam tersi yıldızlara bakınca ne kadar yalnız olduğumu hatırlıyorum, koskoca dünyada, milyarlarca insan arasında yapayalnızım.” Neyse bu muhabbet bitmez hadi Efe gidelim geç oldu.
“Artık yalnız değilsin ben varım, pardon biz varız” dedi Serdar geçirmek için kalktıklarında Pelin’e sarılarak.  Pelin gülümseyerek Aylin’e döndü ve sarıldı. “Canım, harika bir geceydi, çok sağol, konuşuruz, ihmal ettin bu aralar beni çok. “ Pelin’e sarıldığında aldı kokuyu kocasına sarıldığında, onun kıyafetelerine, tenine sinmiş kokuydu bu. Yutkundu, derin bir nefes aldı ve “ne zamandır kocamla yatıyorsun?” Diye sordu buz gibi bir ses tonuyla gözlerini Pelin’den hiç çekmeden. Aylin’in sorusu bomba gibi düştü aralarına. Herkes nefesini tutmuş bekliyordu.  Pelin gözlerini kaçırdı “pardon” dedi gülerek. “Sen iyice paranoyaklaştın Aylin zaman geçtikçe farkında mısın? Ne yapayım ben senin yaşlı kocanı be. Manyak mıdır nedir? Hadi Efe gidelim.” Kocasının koluna girmiş onu kapıya doğru sürüklerken Aylin peşlerinden giderek Pelin’i kolundan yakaladı. “Bana doğruyu söyle, kocamla yatıyor musun?” Diye bas bas bağırıyordu. “Git işine ne yapayım ben kocanı.” O sırada Serdar gelmiş Aylin’i tutarak bahçeye doğru sürükledi. Bırak beni diye bağırıyordu Aylin, bırak beni.

Serdar karısının ilaçlarını getirdi, zor da olsa sakinleştirdikten sonra “Ben yatmaya gidiyorum” diyerek merdivenlere doğru yürümeye başladı.
“Dur, konuşmamız lazım.”
“Konuşacak bir şey yok”
“Hayır var, buraya gelip bana doğruları söyleyeceksin anladın mı?”
“Ne istiyorsun”
“Doğruları”
Daha fazla dayanamayan Serdar patladı. “Hangi doğruları istiyorsun be hangi doğruları. Senin ilaç içip tüm gün kendini uyuşturmanı izlemeyi mi, koca evde duvarların üstüme üstüme gelmesini mi, kavga etmeyelim diye sürekli susmayı mı yoksa senin yıllardır hayattan kaçan zavallı halini mi. Söyle hangisini konuşalım?”
Aylin hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı.
“Ağlama, başlama yine. Konuşalım dedin hadi konuş o zaman.”
“Suçlama beni. Ne zamandır yatıyorsun Pelin’le.”
“Üç yıldır.”
“Evet sen gittiğinden beri, kendini bu eve hapsettiğinden beri. Beni, çocukları, kendini unuttuğun beri. Kolay mı sanıyorsun seninle yaşamak. Bomboş gözlerle bana bakarken seninle bir arada yaşamaya çalışmak.”
“Dayanamıyorum.”
“Hastasın sen, hayatta gördüğüm en zayıf insansın. Yoruldum seni taşımaktan.”
“Hasta değilim ben mutsuzum.”
“Ben gidiyorum Aylin, üzgünüm. Özür dilemeyeceğim olanlar için.”
Kocası kısa sürede eşyalarını toplayıp evden çıkarken Aylin koltuğa yığılmış olanları düşünüyordu, son üç yılını, nasıl da depresyondan bir türlü çıkamadığını, sığındığı ilaçları, ilaçların onu iyi yapmaktan çok, daha da mutsuz yaptığını, girdiği girdaptan bir türlü çıkamayıp daha derine saplandığını. Neredeyse tüm gece ağladı. Bu eve taşındıklarında ne mutlulardı oysa, nasıl aşıklardı birbirlerine şimdi ise gitmişti. Başka bir kadının kollarındaydı kocası. Sabaha kadar oturdu güneşin ilk ışıkları pencereden içeri doğarken kalktı ayağa toparladı kendini, sildi gözyaşlarını, banyoya gitti, aynada akmış makyajına, ağlamaktan şişmiş suratına baktı. İlaçlarını çıkardı kutusundan ve hepsini klozete attı, sifonu çekti. Makyajını temizledi, yüzünü yıkadı. Omuzlarını dikleştirerek çıktı banyodan ve hiç olmadığı kadar emin adımlarla başladı yeni hayatına.




27 Mayıs 2019 Pazartesi

Sinek Kadar Koca

“Ay kız ana bu Rıfkı öldürecek beni”
“Noldu kızım anlat”
“Ay anne nolsun daha ne olsun. Yitip bitirdi ömrümü, çürüttü gençliğimi”
“Ne oldu kızım, telaşlandırma beni.”
“Tatile gidemiyoz bu yaz, neymiş efendim her yer çok pahalıymış, dolor euro fırlamış, anam bana fırladı bunlar. Bana ne bundan bana ne. Ben tatil istiyom, çok mu şey istiyom sanki. Yat mı alalım dedim kat mı alalım dedim. Elalem kafam kadar pırlantayla gezerken ben teneke gibi yüzükle geziyom. Ay ne çekilecek çilem varmış benim. Oy tansiyonum düştü, bayılacam şimdi.”
“Tamam kızım sakin ol. Soğan gibi kocan var işte başında boşver tatile de gitmeyiverin, seneye gidersiniz. Biz her sene tatil mi bilirdik sanki.”
“Anne ne soğanı ya cücük olmaz ondan cücük. Hem bilmiyon mu Hale’ler her sene Paris’te biz şurdan kalkıp Bodrum’a gidemiyoz, bırak Paris’i.”
“Neyse aman boşver kızım kocandır işte başında adam var en azından, hiç olmasa napacan, yokluğu daha zor.”
“Aman anne varlığı var mı sanki. Neyse kapı çaldı hadi görüşürüz.”
Şermin annesinin kocasını övmeye başlamasıyla birlikte alel acele kapattı telefonu. Her seferinde aynısı oluyordu işte ne zaman annesinden arka çıkmasını beklese annesi her zaman kocasının tarafını tutuyordu yine aynısı olmuştu işte. Sinirle telefonu bıraktı elinden, mutfağa gitti yemek yapmaya koyuldu ama soğanları doğradıktan sonra vazgeçti yemek yapmaktan. Her gün yapıyordu da ne oluyordu sanki. Bir akşam kuru ekmek yesi diye düşündü kocası için belki o zaman aklı başına gelirdi. Dışarı çıkıp hava almaya karar verdi. Kısa sürede giyindi attı kendini sokağa. En yakın alışveriş merkezine gitti. Mağazaları gezdi, yeni sezon kıyafetlerini denedi ama bu ayın kredi kartı borcunu ödemediği geldi aklına ve kıyafetleri sadece denemekle yetindi. En son melekleriyle meşhur iç çamaşırı mağazasının önünde durdu. Mağazanın girişinde gerçekten meleğe benzeyen insana bu kadınsa ben neyim düşüncesini sorgulatan sarı saçlı mavi gözlü seksi iç çamaşırları içinde oldukça göz alıcı görünen bir kadın göz kırpıyordu. Gözü resimdeki kadının karnına takıldı, tahta gibi dümdüzdü. Bir de kendi karnına dokundu, sıktı, salladı göbeğini. Mayalı poğaça kıvamındaydı göbeği özellikle son zamanlarda aldığı kilolarla birlikte gün geçtikçe büyüyordu sanki göbeği. Kadının memelerine takıldı gözü sonra neyse ki büyük değildi memeleri, alttan sıkıştırılarak büyükmüş efekti verilmişti. Kendi memelerine elledi, fena değildi, en azından hiç yok denilemezdi. O mağazanın girişinde durmuş mankeni incelerken mağazanın satış görevlisi kız mağazadan çıkıp uzun siyah saçlarını sallayarak yanına yaklaştı.
“Buyrun bugüne özel indirimimiz mevcut, içeri bakmak ister misiniz?
Şermin kem küm edene kadar kadın elinden tutarak onu mağazaya sokmuştu bile. Şimdi renk renk, çeşit çeşit sütyenin kilodun arasındaydı. Satıcı kız elinde pembe siyah karışımı dantelli bir sütyen ve şeker pembesi dantelli tangayla yanına geldi.
“Bakın bu ürünler bugüne özel yüzde yetmiş indirimli, denemek ister misiniz. Eminim pembe size çok yakışacaktır.”
Şermin bir anda kendini o iç çamaşırlarının içinde kendini devasa kanatlar, yüksek topuklularla seksi mankenlerle aynı podyumda yürürken hayal etti. Evet Şermin sıra sende diyordu bir ses ve dumanlar eşliğinde podyuma adım atıyordu. Her adımda insanları büyülüyor, sırtındaki devasa kanatlarla kendini gökyüzünden yanlışlıkla dünyaya inmiş bir melek gibi hissediyordu. Çalan yüksek sesli müzikle çoşmuş seyirci Şermin’in podyumun sonuna gelmesiyle daha da çoşuyor ve çılgınca alkışlamaya başlıyordu. Kameralara öpücük veren Şermin seyircilere el sallayarak geri dönüş yapıyor ve çoşkulu kalabalığın çığlıkları eşliğinde yürüyüşünü tamamlayarak sahne arkasına gidiyordu. O düşüncelere dalmış kendini kendini coşturmuşken satıcı kızın sesiyle kendine geldi.
“Hanımefendi ne düşünüyorsunuz alacak mısınız?”
“Evet paketleyin lütfen.”
“Geceliklerimizde de indirim var bakalım mı?”
“Hadi bakalım”
Şermin satıcı kızın arkasından podyumda yürüyormuşçasına emin adımlarla yürüyerek ilerledi, beraber son derece seksi saten iç çamaşırlarıyla uyumlu gecelik seçtiler. Babydollar,  tangalarda da indirim varmış, onları da attı sepete. Aldıklarının coşkusuyla kendini melek gibi hissediyordu Şermin, yürüyüşü bile değişmişti sanki. Emin adımlarla kasaya doğru gitti ve tezgahtar kıza kartını uzattı. Cırt ama o da ne kart çalışmıyordu.
“Yetersiz bakiye verdi efendim.”
“Nasıl olur tekrar deneyebilir misiniz?”
“Tekrar denedim ama hala aynı sorun var, başka kartınız var mı ya da nakit ödemek ister misiniz?”
“Kaç para tutmuştu”
“Beş yüz tl efendim”
“Hımm o kadar nakitim yanımda yok ama hay allah siz bekletin bunları ben para çekip geleyim. “
“Tamam efendim bekliyoruz”
Şermin emin adımlarla mağazadan çıktı ve birkaç adım sonra kendini bırakarak kocasına söylenerek hızlı adımlarla mağazadan uzaklaştı.
“Ah Rıfkı ah rezil ettin beni rezil. Senin yüzünden bir günlüğüne melek bile olamıyorum. Bir kerecik giyebilseydim o saten dantel gecelikleri ama nerde bize ancak dizi çıkmış gri eşofman. Of of nedir benim bu kaderim. Rıfkı sende ne koca olur ne başka şey. Soğan cücüğü bile olmaz senden.” Alışveriş merkezinden çıkmış eve doğru ilerlerken yol boyu saydırdı durdu kocasına. Melek hayallerinin suya düşmesine mi yansın, tatile gidememesine mi yansın, söylendi durdu. Eve gidince dizi çıkmış gri eşofmanlarını giyerek öğlen doğradığı soğanları kavurarak yemek yapmaya girişti. Meleklikte bir yere kadardı, karın doyurmuyordu sonuçta.

24 Mayıs 2019 Cuma

Beni Ara

Vardığınızda beni ara” Gözleri endişeyle bana bakıyordu. “Merak etme…ararım” dedim. Hiç yüzüne bile bakmadan eşyalarımı hazırlamak üzere yatak odasına gittim, bavulu uzun süre durduğu dolaptan çıkardım, yatağın üstüne koydum. Normalde çok kızardın böyle yapmama ama o gün kızmadın sadece kapının pervazına yaslanıp sessizce beni izledin. Bense eşyalarımı toplamaya her zaman yaptığım gibi ilk olarak kazaklardan başladım. Bavulun en alt kısmına kazaklarımı koydum düzenli bir şekilde. “Sadece üç gün gideceksin sence de o kadar kazak fazla değil mi?” Diye sordun bana delici bir sessizliğin ardından. “Bu mevsimde soğuk olur biliyorsun, çok üşürüm ben.” Dedim sana kafamı yaptığım işten bir saniye bile kaldırmadan. Kazaklardan sonra pantolonları, gömlekleri koydum. Boş kalan yerlere çorapları, iç çamaşırlarını sıkıştırdım. O esnada kapının zili böldü aramızdaki garip gerginliği. Sessizce ayaklarını sürterek kapıyı açmaya gittin.

“Geç içeri Hale de hazır olmak üzere.”
“Rahatsız etmeyeyim”
“Yok. Gel”

İkiniz sessizce salona doğru yürürken ben de elimde bavuluma sevdiğim kitapları koyuyordum hani şu senin hiç okumadıkların. Okumamak için inat ettiğin kitaplar. Yüzümdeki heyecanı sana belli etmeden yanınıza geldim, yavaşça sokularak karşınızdaki koltuğa oturdum.

“Hazırsan gidelim mi, yol uzun ancak varırız” dedi Ali. Gözlerini halının desenine sabitlemiş sadece dudakları oynuyordu konuşurken. Sanki yüzüme baksa olan biteni itiraf edecekmiş gibi hissetim. Ben de onun baktığı gibi halıya sabitledim gözlerimi, belki onun ne aradığını bulabilirim düşüncesiyle.
“Hazırım” dedim sadece gözlerimi halıdan ayırmadan.
Üçümüz birden aynı anda kalktık ayağa. Ali önden çıktı. “Merak etme sadece üç günlük bir iş gezisi, sağ salim sana geri getiririm merak etme” dedi sana, çıkarken. Sense boş gözlerle ona bakarken bunun bir veda olduğunu biliyor gibiydin. Sarıldım sana son kez giderken. Konuşmadık, sanki tüm kelimeleri son bir yılda tüketmiş gibiydik. Elimi tuttun öptün usulca. Kapıdan çıkarken arkamdan ne kadar süre baktın bilmiyorum.

O günün üzerinden yıllar geçti. Ali yok artık yanımda, kimse yok aslında. Birkaç kişi olduysa da yürümedi. Belki ben hatalıydım, belki onlar, belki de kimsenin suçu değildi. Hala aynı yerde çalışıyorum, hala sardunyalara bayılıyorum ama yaşatamıyorum bir türlü. Ne yaptıysam olmadı. Belki senin dediğin gibi ben belki de yaralarımı tamir edip bir türlü iyileşmek istemiyorum, belki de uzun süreli ilişkilerin insanı değilim, bağlanamıyorum bir türlü. Elimde solgun çiçekler, kulpu kırık bardağım masanın üstünde, tamir edemediğim yaralarımla bir başıma bu evde otururken anlıyorum bana ne demek istediğini. Yalnızlığım benim vazgeçemediğim en kadim dostum.



21 Mayıs 2019 Salı

Senden Kalan

Bir bardak huzurdu ona kalan bu hayatta sabah kahvaltıda çay yerine koyup içtiği. Ne yıkanmamış bulaklıklar canını sıkabilirdi ne de darmadağın olmuş evin içler acısı hali. Aman ne olacak canım dağıttığım gibi toparlarım diye geçti yerde salonda bulunan eşya yığının arasından Elif. Yüzünde koca bir gülümse giyinmek için yatak odasına doğru yürürken duvar kenarına üst üst yığdığı dergiler gözüne çarptı. En üstteki dergi çarpılmış alttaki derginin kapağı belli belirsiz görünüyordu. Eğildi üstteki dergiyi yere attı, şimdi alttaki derginin kapağı tam anlamıyla ortadaydı. O vardı kapakta. Şimdilerde adını bile anmak istemediği ilk aşkı. Eline aldı dergiyi, tarihine baktı Mart 2002. Vay be dedi tam olarak on yedi yıl geçmiş üzerinden, koskoca on yedi yıl. Ne kadar da yakışıklıydı. O çok sevdiği masmavi gözleriyle kamera bakarken neler geçiyordu acaba aklından. O günlere ışınlandı zihni birden. Beraber yedikleri son akşam yemeğine gitti. Boğazdaki lüks balıkçılardan birine gitmişlerdi özellikle o istemişti. “Kameralar bizi çekecektir bu akşam ona göre güzel giyin, kuaför git, saçını yaptır, makyaj yap. Herkes görsün güzelliğini. Benim öyle sıradan kızlarla işim olmayacağımını anlasın insanlar.” Demişti. Yeni başladığı dizisi çok tutulunca bir anda camianın gözde bekarları arasına girivermişti. Tüm gözlerin onda olması normaldi. Biliyordu bu günlerin geleceğini. Beraberce çalışmışlardı bu günler için, hayaller kurmuşlardı uykusuz gecelerde gökyüzündeki yıldızlara bakıp. İşte gelmişti o günler, şimdi bunun keyfini sürmenin zamanı gelmişti. Ama içinde bir sıkıntı vardı tarif edemediği, adını koyamadığı, koymak istemediği. İşte o sıkıntı yemek ortasında çıkıvermişti birden saklandığı yerden. Buz kesmişti ortalık sanki birileri gelmiş yemeğin üstüne sos niyetine bolca buz eklemiş ve tüm yemeğin tadı kaçmış gibiydi. Bir anda değişti suratı, gülümsemesi soldu yüzünde.

 “Beni kıskanıyorsun, lanet olsun başarımı kıskanıyorsun. Gölgede kalmaktan, bu kadar başarılı bir adamın sevgilisi olmaktan korkuyorsun. Tüm ilgi sende olsun istiyorsun her zamanki gibi. Küçük hanım bunu ben başardım, bu benim başarım ve bunu kimseyle paylaşmak gibi bir niyetim yok kusura bakma. Sen istersen o sefil hayatına dönebilirsin ama ben başarımın tadını çıkarmaya devam edeceğim.” Diye haykırmıştı.

Elif ağzını açıp da ben olmasaydım, sen bu günlere gelmeyi hayal bile edemezdin diyemedi. Diziyi ben yazmasaydım seni yönetmene ben önermeseydim bu kadar ünlü olamazdın da diyemedi. Onun yerine sadece sustu. Karşısında oturan bir zamanlar delicesine sevdiği bu adama dikkatle baktı. Kimdi bu adam? Eskiden aşık olduğu adamdan izler bulmaya çalıştı, tanıdık izler. Ama bulamadı. Hali, tavrı, duruşu değişikti. Yavaşça kalktı masadan. Adam tuttu kolunu. “Otur, burdan tek başına çıkarsan ne yazarlar hiç düşündün mü, beni rezil edemezsin” diye tısladı dişlerinin arasından.

O akşam son görüşü olmuştu onu. Yolları ayrılmıştı. Şimdi yıllar sonra birdenbire geçmişi zihninin derinliklerine gömmüşken karşısına çıkması da neyin nesiydi böyle. Derin bir nefes aldı, burnundan hızlıca verdi, gözleri hala derginin kapağındaydı, aşık olduğu o adamdan izler ararcasına takılıp kalmıştı. Bir damla gözyaşı asılı kaldı havada, düşmemek için direndi, direndi ama en sonunda yenik düşerek bıraktı kendini çaresizce ve göz pınarlarından yuvarlanarak yanakları boyunca ilerledi. Diğerleri de ilk gözyaşının düşmesini beklercesine takip ettiler onu. Kaybettiği önemli bir hazineye hatırlamışçasına bir süre çaresizce ağladı Elif. Sonra kalktı yerden ve yerde duran tüm dergileri toplayarak çöp poşetinin içine doldurarak bahçedeki çöp tenekesine attı. Biraz olsun rahatlamıştı. Yağmur yağmış günlerin bunaltıcı sıcağını biraz olsun hafifletmişti. Serin esen rüzgar içini ürpertince hızlıca içeri geçti. Dışarı çıkmaktan vazgeçmişti. Sabah uyandığında içini kaplayan huzur yerini derin bir hüzne bırakmıştı. Sokaklarda gezmek yerine ne zamandır ertelediği evini toplama işine girişmeye karar verdi. Salonun orta yerinde duran kıyafetlerden başladı. Giyilmiş, giyilmemiş, eski, yeni bir dolu kıyafet. Yığından rastgele bir tanesini çekip aldı. Eski günlerden kalan mavi bir elbise geldi eline  ilk önce. Eline aldı, kaldırdı, karşıdan baktı. O gece giydiği elbiseydi bu. Onunla vedalaştıktan sonra bir daha giymediği ama atmaya kıyamadığı o elbise yıllar sonra çıkmıştı karşısına hem de bu gün. Geçmişin hayaletlerinin beni rahat bırakmaya niyeti yok anlaşılan bugün diye söylendi elbiseyi çöp poşetine atmaya çalışırken. Titreyen elleriyle çöp poşetini açmayı bir türlü beceremeyince çöktü yere ve engellemeye çalıştığı göz yaşlarını daha fazla tutamayarak serbest bıraktı.  Elinde mavi elbise bir süre hıçkırarak ağladı.

14 Mayıs 2019 Salı

Yağmurlu Bir Gündü

Efsun sabah kalktığında gitme vaktinin geldiğini anlamıştı. Yağmurlu, karanlık bir sabah uyanmışlardı. Efe’nin kalktığını, giyindiğini, kahvaltı yapmadan kapıyı çarpıp gittiğini duymuştu ama kalkmamıştı. Gözlerini sıkı sıkıya kapatıp uyumaya çalışmıştı. Böyle zamanlarda dışardan bakıldığında aslında uyumadığının uyuyor numarası yaptığının anlaşılıp anlaşılamadığını çok merak ediyordu. Ama o sabah merak etmedi daha doğrusu umursamadı. Efe’nin ona bakmadığından emindi. Evden uzaklaştığına emin olunca kalktı yataktan. Her zamanki gibi ilk iş kahve yaptı kendine. Kahve içmeden ayılamayanlardandı. Bir yandan kahvesini yudumlarken televizyonu açtı. Uzun süreden beri ilk defa televizyon izledi. Kanallar arasında gezindi, haberlere göz attı. O takip etmeyi bıraktığından beri memlekette herhangi bir değişiklik olmamıştı. Hala aynı tür haberler dönüp duruyordu. Sıkıntıyla kapattı ekranı. Bardağı mutfağa götürdü. Tezgahta dünden kalma bulaşıklar duruyordu. Bir an yıkayıp yıkamamakta tereddüt etse de kendi yıkamasa onların yıllarca kirli kalacağından emin olduğu için yıkamaya karar verdi. Gidecek olsa bile evi temiz bırakmalıydı. Yokluğunda aynı rutin devam etmeliydi.

Bulaşıkları yıkadıktan sonra uzun süredir kullanılmayan valizini çıkardı durduğu yerden. Uzun süredir aynı yerde durmaktan toz içinde kalmıştı. Üstündeki tozları silkeledi eliyle ama o kadar fazlaydı ki elle olacak iş değildi bu. Mutfaktan ıslak bez getirip her yanını iyice sildi. Toplanmaya önce salondan başladı. Kitaplarını topladı önce, tek tek aldı raftan özenle yerleştirdi bavula. Efe okumayı sevmediği için evdeki tüm kitaplar Efsun’a aitti. Çiçekleri gördü pencere kenarında, onları suladı. Ben gittikten sonra size bakmaz biliyorum ama sizi yanımda götüremem üzgünüm diye söylendi. Bavulunu toplamaya kazaklarıyla devam etti.  Pantolonlar, tişörtler,  elbiseler, zaten o kadar az eşyası vardı ki yarım saatte bitti işi oyalanmasına rağmen. Bavulu tamamen dolmamıştı bile. O kadar az eşyası olmasına şaşırdı. Bu evde ne kadar az yer kaplıyormuşum meğer bir avuçluk yerim varmış muhtemelen gittiğimi fark etmeyecek bile varlığımı fark etmediği gibi diye düşündü. Düşüncelerini Efe’den uzaklaştırmaya çalıştı. Bir karar vermişti ve ne olursa olsun onu uygulamalıydı. Bu saatten sonra geri dönmek istemiyordu.

Camın önündeki çok sevdiği kırmızı koltuğa oturdu ve dışarıyı izlemeye başladı. Yağmur hala yağmaktaydı, cama vuran damlaların sesi ortamı daha dramatik hale getiriyordu. Sokakta ordan oraya koşan insanları izlemek istedi ama baktığında sokağın sakin olduğunu gördü. Doğru ya bu yağmurda kim dışarı çıksın insanların yağmurdan nefret ettiğini unutmuş diye söylendi. Haydi bakalım yola çıkma vakti diyerek ayağa kalktı. Kendini son anda vazgeçirmekten korkuyordu.

Eline valizini alarak kapıya doğru yürüdü. Kapıdan çıkmadan önce son bir kez eve göz gezdirdi. Tam o anda tüm hatıralar bir bir çıktılar saklandıkları yerden. Hepsini hatırladı. Soğuk kış günlerinde kanepede miskinlik yapıp film izlemelerini, beraber elele cama yapışıp yağan karı izlemelerini, dışardan geldiklerinde üşüyen ellerini Efe’nin ısıtma çabalarını, Pazar sabahları beraber yaptıkları kahvaltıları, Pazar öğleden sonraları şehrin ıssız sokaklarında yaptıkları uzun yürüyüşleri, her seyahatten sonra evini nasıl özlediğini ve koşarak geldiğini ve bunun gibi bir çok güzel anıyı hatırladı Efsun ama aynı zamanda bu evin onu ne kadar mutsuz ettiğini de hatırladı aynı zamanda. Evin yavaş yavaş içine alarak hapsettiğini, duvarların üstüne gelerek onu nasıl ezdiğini, Efe’yle yaptıkları her kavganın onu nasıl kişiliksizleştirdiğini, bitmek tükenmez sessiz çığlıklarını, hıçkırıklarını, haykırışlarını hatırladı. Bir zamanlar mutlulukla yaşadığı bu evin içine nasıl canlı canlı gömüldüğünü hatırladı sonra. Ben diye birisi yok anlıyor musun kalmadı eski benden bir parça bile diye bağırmıştı Efe’ye daha iki gün önce. Onun dinlemeyeceğini dinlese bile umursamayacağını bile bile. Şımarıksın sen aynı küçük bir çocuk gibisin bıktım bu tavırlarından, ne istediğini bir türlü anlayamıyorum. Bence sen bile bilmiyorsun ne istediğini diye bağırmıştı ve susmuştu Efe. Susuş o susuş iki gündür tek bir kelime bile konuşmamışlardı. O zaman hatırladı Efsun neyi kaybettiğini ve neden gitmesi gerektiğini. Çift kişilik bir yalnızlık içinde kendini daha fazla kaybetmek istemiyordu artık. Her yardım çağrısının şımarıklık olarak algılanmasından bıkıp usanmıştı. Aynı zamanda hakaretlerden, küçük düşürülmelerden, alaylardan, şu rutubet kokan evin her noktasından bıkmıştı. Son zamanlarda en çok tek balına yediği yemekler koyuyordu ona. Koca evde tek başına geçirdiği saatler.

Artık emindi gitmesi gerekiyordu. Tüm bunları geride bırakıp ilerlemesi gerekiyordu. Omuzlarını dikleştirdi. Hayatında ilk defa ne istediğini biliyordu artık. Bavulunu eline alarak hayalet gibi yaşadığı bu evden aslında burada hiç varolmadığının bilinciyle hayalet gibi çıktı. Yağan yağmurun onu ıslatmasına aldırmadan dimdik yürüdü sokaklarda, kalabalığa karıştı ilk defa korkmadan.

8 Mayıs 2019 Çarşamba

Melankoli

Hale sabah baş ağrısıyla uyandı. Of bu ağrı ne şimdi sabah sabah diye söylenerek yataktan kalktı. Terliklerini giydikten sonra sürünerek banyoya gittti. Aynada kendi suratıyla karşılaşınca şaşırdı. Ne kadar da solgun görünüyordu bu sabah. Buz gibi suyu yüzüne çarptı, soğuk su biraz olsun kendine getirdi. “Haydi toparla kendini senin bu sabahki melankolik halinle uğraşamam, çok işimiz var bugün enerji toplamam lazım” diye konuştu aynadaki suretiyle. Kısa bir duş sonrası hemencecik hazırlanarak evden çıktı. Apartmanın kapısından çıkarken çalan telefonun sesiyle irkildi. Arabasına doğru yürürken bir yandan da telefonla konuşmaya başladı.
“Halecim canım nasılsın? Ne zamandır konuşamadık bir bilsen başıma neler geldi.”
“Ay Nilcim noldu canım anlat çabuk dinliyorum. Dur bi saniye arabaya bineyim.” Arabasının kapısını açarak koltuğa attı kendini. Nil’in sesini hopörlere vererek konuşmaya başladı tekrar.
“Anlat canım dinliyorum”
“Ah canım sen olmasan naparım. Benim yardımsever, hoşsohbet, eğlenceli, duygusal arkadaşım. Sen olmasan kim dinler beni?”
“Aman canım abartıyorsun. Ne oldu sesin çok kötü geliyor.”
“Canım ya sorma nasıl başlayacağımı da bilemiyorum, o kadar kötüyüm ki.” Kısa bir sessizlikten sonra tekrar konuşmaya başladı. “Altan”
“Ne olmuş Altan’a. Canım ne oldu çok duygusallaştın, kötü bir şey yok ya.”
“Altan beni aldatıyor.”
“Ne. Emin misin?”
“Evet, dün akşam banyoya gitti, telefonu da masada bıraktı. Bilirsin hiç adetim değildir normalde, karıştırmam telefonunu ama şeytan mı dürttü nedir birden bakasım geldi. Yazışmaları, fotoğrafları gördüm.”
“Ah canım benim. Ne yaptın”
“Hiçbir şey yapmadım. Görmemiş gibi davrandım. Sen de biliyorsun durumları, şu an boşanamam, yerimden kıpırdayamam bu halde.”
“Canım benim.”
“Kimseye söyleme olur mu henüz.”
“Tamam canım.”
“Benim kapatmam lazım şimdi, seni sonra ararım tekrar tamam mı. Sağol canım dinlediğin için.”
“Canım benim, ara mutlaka.”
Telefonu kapattıktan sonra Hale yol boyu düşündü. Kendisinin de ilişki yürütme konusunda çok başarılı olduğu söylenemezdi. Bugüne kadar en uzun ilişkisi altı ay sürmüştü. Efe geldi aklına, onu bu gruba dahil etmiyordu, o başkaydı. Ne yapıyordu acaba. Ne zamandır onu görmediğini fark etmedi, aramıyordu da. Bu sefer kesin bitti galiba diye düşündü gözünden akan iki damla yaşa engel olamadan. Of ya ne bu duygusallık böyle sabah sabah diye silkelendi. Radyoyu açtı, karşısına çıkan ilk istasyonda Karabiberim şarkısı çıktı. “Karabiberim vur kadehlere, hadi içelim, içelim her gece, zevki sefa doldu kalbime.” İstemsizce şarkıya eşlik etmeye başladı. Bağıra çağıra çılgınca karabiberim söylüyordu şimdi. Kendi kendine güldü, komik olan şarkı mıydı yoksa şarkının tüm sözlerini ezbere bilmesi miydi emin olamadı.  Bir anda sanki tüm hüzün dağılmış birden enerjisi yükselmiş, eski neşesi yerine gelmişti. Şarkı bitmeden şirkete gelmişti bile. Otoparktaki yeri boştu, arabasını park ederek ofise doğru yürümeye başladı.

Asansörün düğmesine basıp beklemeye başladı. Kendinden başka bekleyen kimse olmamasına şaşırtmıştı, normalde bu saatler çok yoğunluk olurdu. Asansör boş geldi bindi, yirmibeşinci kata bastı, tam kapı kapanmış yukarı çıkıyordu ki kapı tekrar açıldı ve içeri otuz, otuz beş yaşlarında, giyimiyle hiç buraya ait durmayan kısacık saçlı, bedeninden en az iki beden büyük takım elbise giymiş bir kadın bindi. Kadın yirmisekizinci kata basmak için parmakları uzatınca ellerinin ne kadar bakımsız olduğunu fark etti. Gözlerini kadından çekerek ekranda değişen numaralara bakmaya başladı. Bir, iki, beş, yedi. Hızla yukarı çıkıyorlardı. Kadın ise put gibi dikilmiş hiç ses çıkarmadan hareketsizce bekliyordu. Yirmisekizinci kat yönetim katıydı, burda çalıştığı süre boyunca bir kere bile oraya çıkmamıştı. Fazladan güvenlik önlemleri olan sadece orya girme izni bulunan kişilerin parmak izi okutarak girdikleri bir yerdi. Çeşitli söylentiler duymuş olsa de gerçekte orda neler olup bittiğini kimse bilmiyordu. Çaktırmadan kadına tekrar baktı, baştan aşağı süzdü. Sonra yeni tanıştığı insanlara karşı takındığı mesafeli tavrı takınarak aynı kadın gibi hareketsiz beklemeye başladı. Gözü tekrar rakamlara takıldı. Yirmi, yirmi bir, yirmi iki ve nihayet yirmi beş. Asansör sessizce durdu ve Hale indi. İnerken ne kadına bakıp gülümsedi ne de tek kelime konuştu. Kadının tuhaflığını geride bırakarak masasına doğru ilerledi.

Bilgisayarını açtı maillerini okumaya başladı ilk olarak. O maillere dalmışken odasının kapısının tık tık vurulmasıyla kendine geldi.
“Hale duydun mu olanları?”
“Yok Serdar bey ne olmuş?”
“Dünyadan haberin yok senin, dün akşam Melih Bey istifa etmiş.”
“Ne diyorsunuz. Ee ne olacak şimdi. Daha yeni getirmişlerdi onu şirketin başına, işler kötü gidiyor demek ki ilk onun başını kestiklerine göre.”
“Komik olma Hale. Olayları bilmiyorsun, kimse paylaşımcı değil şirkette tabi sır küpü herkes.”  Hale’nin tam karşısındaki koltuğa oturarak konuşmaya devam etti. “Melih Bey şirket hesabından yüklü bir miktarda para sızdırmış kendi hesabına”
“Gerçekten mi?”
“O yüzden bugün müfettişler geldi, tüm hesapları didik didik edeceklermiş duyduğuma göre. Bizden de bazı raporlar isteyebilirler hazırlık olmak lazım. Neyse ki işin ucu bize dokunmaz ama Seda Hanım zorda, biliyorsun Melih Bey’in peşinden ayrılmıyordu. Şimdi yukarı çıktı bakalım gelince öğreniriz detayları. Neyse ben gideyim seni de meşgul etmeyeyim daha fazla. Rapor isterlerse beni haberdar et tamam mı?”
“Tamam Serdar Bey”
Hale’nin kafası karışmıştı, son dönemlerde şirkette olayla bitmek bilmiyordu. Ama bu kadarını beklemiyordu doğrusu. Sıkıntıyla derin bir nefes alarak işine geri döndü, yeni gelen maili açtı ve okumaya başladı. Müfettişler üst yönetime hazırladığı rapor için onunla konuşmak istiyorlardı. Bilgisayarını aldı ve hiç kimseye görünmeden merdivenleri kullanarak yirmisekizinci kata çıktı. Kapıda onu bekleyen görevli sayesinde kolayca içeri geçti ve onu aldıkları odada tek başına beklemeye başladı. Kısa bir süre sonra kapı açıldı ve sabah asansörde kaşılaştığı ve kılık kıyafeti yüzünden buraya layık görmediği kadını karşısında görünce şaşkınlığı bir kat daha arttı. Kadın şimdi karşısına geçmiş onu sorularıyla terletiyordu. O an kızdı kendine sahip olduğu tüm önyargılar için ve sakince soruları yanıtladı.

20 Nisan 2019 Cumartesi

Uykusuz Gecelerde

Uyuyamıyordu bir türlü. Her yolu denemiş, çareyi her doktorda, yaşam koçunda, aktarda aramış ama sorununa bir türlü çözüm bulamamıştı. Yatakta bir sağa bir sola dönmekten uykunun huzurlu kollarına kendini bırakacağı o muhteşem anı beklemekten yorulmuş bir şekilde kalktı saatine baktı saat üçtü daha. Gecenin ortası, sabaha daha saatler vardı. Uyuşmuş bacaklarını salladı iki yana gerindi güzelce, kalktı yataktan. Hiç uykusu yoktu. Salona geçip biraz kitap okumaya karar verdi. Ağır adımlarla salona doğru ilerlerken yerde uyuyan kediye ayağı takıldı ve az kalsın düşüyordu. Neyse ki ne kendi düşmüş ne de uyuyan kedi uyanmıştı. Önce mutfağa geçti süt ısıttı kendine. Sonra sütü alıp salona geçti. Pencereden uyuyan şehri izledi. Her daim ışıl ışıl olan şehir yaklaşan yeni yılla birlikte daha da parlamıştı sanki. Mavi, kırmızı, sarı ışıklar gökyüzünün karanlık olmasına izin vermiyor her daim insana yaşama çoşkusu veriyordu. Acaba benim gibi bu saatte uyuyamayan var mıdır diye düşünmekten alamadı kendini.  

Kitabını açarak okumaya başladı. Kelimeler gözünün önünden akıp geçiyor ama bir türlü konuya odaklanamıyordu. Kitapta bir gün evden çıkıp tüm hayatını geride bırakarak ormanda yaşamaya başlayan Doppler adında adam anlatılıyordu. Merak etti acaba kendisi gidip ormanda, ilkel şartlarda hayatta kalabilir miydi. Modern dünyanın tüm lükslerine, teknolojinin tüm imkanlarına sahip biri için tekrar ilkelliğe dönmek çok zordu. Nasıl yemek bulacaktı, avlanmayı bilmiyordu, hem çamaşır, bulaşık işlerini tek başına halledemezdi. Fikir başta çok romantik gibi gözükse de gerçek hayatta uygulama dökünce o kadar romantik olmuyordu. O bunları düşünürken birden tık tık sesler duymaya başladı. Sanki biri ritmik hareketlerle duvara vuruyor gibiydi. Nefesini tuttu, kulaklarını kabarttı, sesin nerden geldiğini anlamak için dikkat kesildi. Tık tık tık, tık tık, tık tık tık, tık tık sonra sanki dinlenmek için duruyor sonra tekrar başlıyordu aynı ritimle vurmaya tık tık tık, tık tık, tık tık tık, tık tık. Ayağa kalktı odaları tek tek gezdi ama hiçbirinde sesin kaynağına dair bir iz bulamadı. Tekrar salona geldi, sesi dinledi tekrar. Evet ses salondan geliyordu kesinlikle emin oldu buna. Salonu araştırmaya başladı. Kitaplığa yaklaştıkça ses arttı. Öne doğru çekti kitaplığı ve bir anda hiçbir şeye benzetemediği bir cisim fırladı. Önce ne olduğunu anlayamadan baktı etrafına, düştüğün yerden kolunun yardımıyla kalktı ve odanın içini gözleriyle taradı. Tam biraz önce kitap okumak için okumak için oturduğu kanepede bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. 
“Sen de kimsin böyle” dedi şaşkınlığını üzerinden atamadan.
“Ben mi bilmem, belki benim kim olduğuma dair senin bir cevabın vardır?”
“Sen benim evimde olduğuna göre bu saatte mantıklı bir açıklaman vardır umarım.”
“Hımm aslında uzun süredir burdayım ben hatta kaç yıl olduğunu bile hatırlamadığım kadar uzun süredir burdayım. Saklanıyorum genelde ama uzun süredir uyuyamadığın için çıkardığım sesleri duydun. Yoksa bunca zamandır farkıma bile varmamıştın. Sahi sen neden uyuyamıyorsun?”
“Bilmem.” Kafası iyice karışmıştı.
“Ayakta durma Ali, gel otur yanıma.”
“Adımı nerden biliyorsun?” Şaşırmıştı Ali.
“Kitaplıkta yaşıyorum ben bilgiyi bilirim. Doppler’i sevdin mi? İtiraf et sayfaları çevirirken sen de onun gibi ormana kaçıp gitmek istedin ama gidemedin. Böyle lükse alışınca zor tabii ilkel şartlarda yaşamak. Söyle bana hangisi ilkel? Bu penceresi açılmayan evde, teknolojik aletlerle döşenmiş, ultra lüks evde yaşayabilmek için günde en az on iki saat çalışmak mı yoksa kafana estiği gibi yaşamak mı? En son ne zaman tatil yaptın?”

Ali’nin kafası karışmıştı cevap vermek yerine kendi düşüncelerine daldı. Kimdi bu adam, bu saatte evine gelmiş saçma sapan sorular sorup duruyordu. Biraz sakinleşince aslında soruların o kadar da saçma olmadığını gördü. Ne zaman tatil yapmıştı en son hatırlamıyordu.

“Hatırlamdın di mi en son yaptığın tatili?” Adam Ali’nin beynini okumuştu sanki.
“Şaşırma, ben de her bilgi mevcut, dedim ya ben kütüphanede kitapların arasında yaşıyorum. Cevap veremiyorsun di mi sen de hatırlamıyorsun muhtemelen en son ne zaman tatile gittin? Hayat tarzına bakılırsa çok normal. Bu evin maliyetini karşılamak için çok çalışman lazım tabii. Söyle bana bu evde yaşabilmek için neyi feda ettin”
Hiç beklemediği bu soru karşısında afalladı Ali. Neyi feda etmişti düşündü. Anında geldi cevap hafızasının tozlu raflarından. Beş sene öncesine gitti. Müdür olarak yarışan iki kişi vardı. Kendisi ve Nermin. Nermin hakkında çıkardığı dedikoduları düşündü sonra, birbirinden çirkinlerdi ama insanlar inanmıştı hepsine. Ama asıl vurucu darbe bir akşam giderken Nermin’in bilgisayarını açık unutmasıyla gerçekleşmişti. Kadının fotoğraf arşivine girip en gizli fotoğraflarını servis etmişti direktöre ve böylece kendisi oturmuştu müdür koltuğuna. 

“Hatırladın di mi yaptığını. Oysa unuttun zannediyordun. O koltuk senin hakkın zannediyordun. Çok çalıştım, başardım diye anlattın herkese. Genç yaşlı hırsı Ali kariyer basamaklarını birer ikişer tırmanmıştı. Tırnaklarıyla kazımıştı tabiri caizse. Olayı unuttun ve hayatına devam ettin. Nermin’e ne olduğunu merak bile etmedin? Söyle ne oldu Nermin’e?” Son cümlede sesi çok yüksek çıkmıştı. Ali’den cevap gelmeyince devam etti.
“Ben söyleyeyim sen hatırlayamadıysan. İstifa etti, canına kıydı. Senin çıkardığın rezillik sonrası o utançla yaşayamadı. Sen naptın peki ona yaptıklarını umursamadan lüks yaşamına devam ettin.”

Susmuştu adam, susmuştu Ali. Gecenin en derin karanlığında sessizce oturuyorlardı. Adam daha fazla konuşmadı, tek kelime etmeden sessizce indi koltuktan ve yürüyerek kütüphanenin arkasında yaşadığı yere girdi. Ali de arkasından kalkarak kütüphaneyi itti. Çok uykusu gelmişti. Konuşulanlar ağır gelmiş, üstüne bir ağırlık çökmüştü. Yatağına girdi ve uyudu, hiç uyumamış gibi günlerce uyudu. Bir sabah uyandı. En sade kıyafetlerini giyerek, kimseye haber vermeden evden çıktı ve bir daha onu gören kimse olmadı. Uykusuuy

8 Nisan 2019 Pazartesi

Üç Kişilik Evlilik

Bir türlü büyümek istemeyen çocuklarla onları memeden kesemeyen annelerin ülkesiydi burası. Burda doğan çocuk hiçbir zaman büyümez annesinin memesinden ayrılamazdı. Ama gün gelir herkes bir noktada büyümek zorunda kalır. Onur’da böyleydi işte kırk beş yaşında kocaman bir insan yavrusuydu benim gözümde. On yıllık birliktelik sonrası nihayet üç yıl önce evlenebilmiştik. İlk kavgamızı hiç unutamıyorum aradan önce geçen zamana rağmen.

“Aşkım kahvaltı hazır hadi gel”
Beş karış suratla kahvaltıya oturup “yumurtamaların neden soymadın”demişti. 
“Senin ellerin yok mu hayır dün gece gayet iyi çalışıyordu, ne oldu bir anda işlevini mi kaybetti?”
“Annem hep soyardı ama, hem kahvaltı da ballı sütüm eksik. Ben süt içmeden kahvaltı yapamam mümkün değil”
“Nesin sen bebek mi, kaç yaşındasın allesen?”
“Ama annem”
“Başlatma lan annene”
“Annem hakkında böyle konuşamazsın Hale, kendine gelmeni rica ediyorum.” 
“Ben gayet kendimdeyim canım kendinde olmayan sensin bana göre”

Oflayarak yumurtası soymuştu. Beceriksiz elleriyle tutmuş, uzun bir süre nerden başlayacağını bilemeden bakmıştı yumurtaya. Onun bu halini görünce beni deli gibi bir gülme almıştı. Kendimi durduramıyordum. Neye bu kadar gülmüştüm o gün, ağlamamak için bu kadar abartmıştım gülmeyi her zamanki gibi galiba. O da bana katılmıştı gülerek kahvaltı yapmıştık. Dünyanın en güzel gülümsemesi ondaydı. Nasıl dayanabilirdim ki böyle gülen bir adama? 

Anasına gitmiştik o akşam, bundan sonraki bir çok akşam gibi yemek yemiş, çay içmiş, birlikte televizyon izlemiştik. Gece boyu anne oğul el ele tutuşmuş, annesi o gece onlarda kalmamız için ısrar etmişti. Onur ise neredeyse ağlayacaktı kalmadığımız için. Giderken yol boyu tartışmıştık.

“Kadını ne kadar üzdün farkında mısın? Ne var kalsaydık sanki? Yarın kahvaltıdan sonra gelirdik. Şimdi pazar kahvaltısını yalnız mı yapacağım ben?”
“Allah’ım sen bana sabır ver. Delirdin mi adam sen, evlendik biz farkında mısın?”
“Evlendiysek evlendik ne değişti yani, istedin attık imzayı. Annem o benim. Seninle evlendim diye bırakayım mı, üstümdeki emeklerini yok mu sayayım.”
Ne desem boştu bu lafların üstüne, ne yapsam boş. Hani bir an gelir ve tüm emeklerinizin boş olduğunu düşündüğünüz bir an gelir, tamamen kendinizi boşlukta hissettiğiniz o an. Ne geri gitmek, ne ileri gitmek istediğiniz sadece durmanız gereken o onlarda. Öyle bir an yaşamıştım işte. Tüm hücrelerimle acı çekerken kanayan yarama aldırış etmeden yürümeye devam etmiştim. 

Sustum zamanla, susmaya alıştım. Değiştim belki de umursamamayı öğrendim, görmemeyi, duymamayı aynı zamanda. İki kişilik yalnızlığımızla üç kişilik evlilik yürütmeye çalışıyorduk. İte kaka bugünlere geldik. Ama ben yoruldum ve sabah kahvaltısını  hazırladım, evi temizledim, makinada yıkanmış çamaşırlar vardı onları serdim, iki gün yetecek yemek yaptım ve çantamı alarak evden çıktım bir daha gelmemek üzere. Kırk gün oldu annesi öleli. Ona yeteri kadar zaman tanıdım bence büyümesi, iyileşmesi için. O
ise tüm çabalarımı görmezden geldi. 

“Annem öldü, ben artık yaşayamam onsuz”
“Aşkım gel buraya”
“Nasıl yapacam ben şimdi, nasıl devam edecem onsuz”
Ne yaptıysam kendine getiremedim bir türlü. Adam kendini odaya, yatağa mahkum etti. Ağzından tek kelime laf çıkmaz oldu, annem annem bütün gün bu şekilde ağladı durdu. Yas tutmasına, acısını sonuna kadar yaşamasına izin verdim. Belki bu acı onu büyütecekti nihayet, koca bebek annesinden ayrıldığında nihayet gerçek dünyaya adım atacaktı ama olmadı. Benimki sonu baştan beli bir savaştı. Yenilgiyi baştan kabullenmeliydim belki o zaman hayatım daha kolay olurdu. 
“Sen annem değilsin, hiçbir zaman da onun gibi olamazsın. Kimse beni onun kadar sevemez” dedi bir sabah. Ondan duyduğum son sözler oldu bu. Koca bebeğin büyümesini, kendi kanatlarıyla uçmasını beklemekten sıkılmıştım. Şimdi son kez bakıyorum yaşadığımız eve içinde yaşayan bu insan yavrusu nasıl büyüyecek hiç bilmiyorum. 

26 Mart 2019 Salı

Kaçış

İlk taşı kim attı, kim kurdu ilk kırıcı cümleyi, kim hesap vermeden çaldı bahçedeki tüm erikleri, kim vazgeçti ilk kurduğu çocukluk hayallerinden, kim ilk telefonu eline aldı da aramaktan vazgeçti, bu uzun mesafeleri kim koydu aramıza bilmiyorum. Bu soruların cevaplarının hiçbirini bilmiyorum. Sorular, sorular, bitip tükenmeyen, arsız sorular. Anlaşılan kaf dağına kaçsam da bu sorulardan kaçış yok. Aramızda olanlar artık bir oyuna dönüşmüştü. Aldım verdim ben seni yendim oyunu. Çocukken oynadığımız oyunlar kadar masum olmayan, sonunda illa ki birimizin canının yandığı oyunlar.çocukken böyle oyunlar oynardık yaz boyu, birbirimizi iterdik her oyunun sonunda. Kovalamacalar kavgayla biterdi. Babam da bıkmıştı bu kavgalardan artık en sonunda sizi ayıracam artık, biriniz dedenizin yanına gidecek bir ay biriniz burda kalacak, sonra değiştireceksiniz yerlerinizi diye tehditler savuruyordu. Biz de çaresiz ilk başta bu uyarılara kulak asarak sessizliğimizi koruduk sonra ise en ufak bir olayadan tartışma çıkarmaya devam ederdik. Benim kazağımı niye giydin, benim elbisem nerede, ayakkabılarım çamur içinde, o küpeleri sevgilim almıştı takamazsın falan filan. Babam o yazdan sonra bizi tehdit emedi bir daha, çünkü evden gitmişti. Bir sabah aniden kalktı ve eşyalarını toplayarak kayıplara karıştı. Annem bunun geçici olduğunu, genelde orta yaş üstü erkeklerde görülen bir sendrom olduğunu ve eninde sonunda geri geleceğini düşünüyordu ama annemin dediği gibi olmadı. Babam yerine boşanma kağıtları geldi eve. Ayrıca oturduğumuz evden çıkmamız gerektiği, artık bize para vermek istemediği yazıyordu kağıtlarda. Belki yazmıyordu ben uydurdum onları, babam hiç söylemedi bunları avukatlar aracılığıyla duyduk olanları.

Evi terk ettik, anılarımızı, çocukluğumuzu o evde bırakarak şehrin ücra bir semtinde iki odalı bir ev tuttuk. Selin’le anneme destek olmaya çalışıyorduk elimizden geldiğince. Annem tekrar çalışmaya başladı ama memnun değildi halinde. Anlıyorduk, gece on ikiden sonra tekrar külkedisine dönen sindirella gibiydi. Derken hayatımıza o girdi. Annemin olanca zayıflığını sırtalayacak, onu ayağa kaldıracak bir kahraman. Ya da biz öyle görüyorduk. Kahraman kısa sürede evimize yerleşti ve şehre gelen her yabancının yaptığı gibi olayları başlattı. Selin duramadı evde. Her zamanki gibi dikbaşlı, bildiğini okuyan Selin aldı başını gitti bir gün. Ben kaldım, terk edemedim annemi, yapamadım, içim el vermedi onu bu izbe yerde bir başına bırakmaya. Kaldım da ne oldu sadece izledim, annem yavaş yavaş bildiğim, tanıdığım kadın olmaktan çıkarken ben sadece oturdum çaresiz gözlerle onu izledim. Annem adı altında tüm kanı emilmiş sadece posası kalmış bu kadın bir gün kalan son damla gücüyle beni evden kovmasaydı eğer hala o evde yaşamaya devam ediyordum muhtemelen. Ama artık yuvadan atılan her yavru kuş gibi benim de kendi kanatlarımla uçma vaktim gelmişti. Gelmişti gelmesine de bu nasıl olacaktı. Bunca yıl, bunca yıl dediğim tam tamına otuz yıl boyunca bir şekilde annesine annelik yapmak zorunda kalmış, evden dışarı adımını atmamış bu insan bozuntusu nasıl olacaktı da kendi ayakları üzerinde durmayı başaracaktı. Selin’i aradım bir süreliğine kendi hayatımı kurana kadar beni misafir edip edemeyeceğini sordum. Sadece kısa bir süre dedi. Kısa bir süre insan hayatında toplam kaç yıla tekabül eder bileniniz var mı? Ben bilmiyorum ama Selin biliyordu. Sadece bir ay sonra beni kapı dışarı etti. Artık iş bulmuştum, kiramı ödeyebilirdim, ona yük oluyormuşum.

Hayat planlar kurarken başımıza gelenlerse eğer benim en başında çocukken planlarım neydi acaba. Düşünüyorum, düşünüyorum ama bulamıyorum bir türlü. Selin’in vardı hep planları ve gördüğüm kadarıyla hepsini başarmış. Bense sadece durmuşum, takvim yaprakları bir bir eksilirken benim kaderim hep aynı kalmış. Oysa demirbaş zannederdim kendimi bir zamanlar, annemin vazgeçemediği demirbaşı, biricik kızı. Ama vazgeçti, hem de o kadar kolay olduki bu vazgeçiş, canımı acımasına bile fırsatım olmadı.

Şimdi üzerinden onca zaman geçtikten sonra Selin’le aramızda çok kötü olaylar yaşandı, kötü sözler, hakaretler, kırılmalar, suçlamalar, küsmeler. Ben onu kaçmakla suçladım en çok o da beni salak olmakla. Ben de kaçsaymışım, o tımarhanede aklı olan bir saniye bile kalmazmış, ben nasıl dayanmışım bunca sene. Haklıydı belki, gidememin, kalmanın acısını ondan çıkardım yıllar sonra, akrebin en sonunda zehrini kendine akıtması gibi ben de onca yıl içimde birikmiş zehri en yakınım olan kardeşime akıttım. Belki ölmedi ama ağır yaralandı. Tekrar iyi olur muyuz bilmem. Hem zaten iyi olmak nedir ki bilmiyorum. Ben hiç iyi olmadım ki.