26 Ekim 2019 Cumartesi

Akşam Yemeği


“Dünya dönüyor sen ne dersen de, yıllar geçiyor fark etmesen de”
Nil hadi kapat müziği de hazırlan artık geç kalacağız yemeğe. Nil hiç duymamış gibi odanın içinde dans etmeye devam ediyordu. Efe yanına gitmeden önce müziği kapatarak bağırmaya başladı.
“Of Nil sana hazırlan geç kalacağız diyorum sense şu haline bak. Alt tarafı annemlerle yemek yiyip geleceğiz. Ne var bunda. Ne kadar kaçacaksın bu durumdan. Bıktım artık bıktım”
“Sen mi bıktın yoksa ben mi, hiç soruyor musun ban acaba her cumartesi senin annenle yemek yemek istiyor muyum acaba?”
“Alt tarafı bir yemek ne var ya ne var bunda”
“Her haftasonu lanet olası evlendiğimizden beri bir cumartesi gecesi baş başa bir program yapmadık farkında mısın? Bu cumartesi ne yapalım annemle yemek yiyelim, evliyiz biz farkında mısın. Senin ailen benim artık.”
“Napsın kadın. Seninle evlendim diye annemi unutayım mı, onu mu istiyorsun.”
“Ne yaprsan yap artık, ne yaparsan yap. Beni karıştırma yeter ki. Annenle mi çıkmak istiyorsun çık, hatta yemek yetmez onunla kal bu akşam istersen hiç gelme.”
“Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?”
“Evet canım çok ciddiyim ben”
“Peki. İstediğin gibi olsun.”
“Peki”


Efe zaten hazırdı. Tek bir söz söylemeden arabasının anahtarlarını aldı ve çıktı. Nil ise sadece arkasından bakakaldı. Yıllardır yapmak istediği konuşmayı nihayet yapmıştı, rahatlamıştı rahatlamasına ama, içindekiboşluk da neyin nesiydi. Sen değil miydin her hafta sonu onun annesiyle yemek yememek için direten, gitmek istemeyen bak işte özgürsün, şimdi istediğini yapabilirsin. Haydi ne duruyorsun.
“Aaaaaaa lanet olsun lanet olsun.” Eline ne geçerse bağırarak duvara fırlatmaya başladı. Yemeğe gitmeyecekti ama yine de mutlu değildi. Bağırdı, ağladı. Bunlar yetmemiş olacak ki eline makas aldı ve dolaptan Efe’nin kıyafetlerini çıkararak kesmeye başladı.
“En sevdiğin gömlekten başlayacağım işe Efe bey, bak bakalım beni kızdırmak nasıl oluyormuş.” Hırsını alana kadar, gömleklerini, pantolonlarını, tşirtlerini tek tek kesti, parçaladı. Ama hala siniri geçmemişti. Çok kızgındı. Yenilmişti. Efe onun yerine annesini tercih etmişti. Koca bir bebekle evlenmişim ben hiç büyümek şstemeyen koca bir bebeğikenxime koca yapmışım meğer dedi. Gözyaşlarını sildi. Elini, yüzünü yıkadı. En sevdiğisiyah mini elbisesini çıkardı dolaptan, yıllar olmuştu bunu giymeyeli, içine sığabilme konusunda endişeliydi ama zor da olsa fermuarı kapattı koca bir gülümseme yayıldı suratına. Hala iş var bende diye söylendi. Makyaj masasına oturdu, hafif bir makyaj yaptı, kırmızı rujunu sürdü, saçını topladı. Uzun sallantılı küpelerini taktı. Aynada kendine baktı. Şimdi ne yapacağım diye bağırdı. Şimdi ne yapacağım. Önce kırmızı rujunu elinin tersiyle sildi. Suratının yarısının kırmızı olmasına aldırış etmeden aynaya yaklaştı. Kendini aynada ilk defa görüyormuşçasına şaşırdı.
“Kimsin sen? Söyle bana kimsin?” Cevap gelmeyince iyice hiddetlendi.
“Benim bedenimde ne arıyorsun söyle” hala cevap yoktu. Ağlamaya başladı.
“Bu yorgun gözler kimin, mutsuz surat kimin, en son ne zaman güldüm ben, ne zaman baktım aynada kendime, ne zaman dokundum saçlarıma, ne zaman kendimi özel hissettim.” Sorular birbiri ardına geliyordu durmaksızın. Sus, lanet olası sus. Ama zihin susmaz. Bir kere başladı mı sorgulamaya perdeler açılır ve insan gerçeklerle yüzleşir. Nil de ilk defa o an aynada kendisiyle yüzleşmişti. Bu kadar mutsuz olduğuna, tükendiğine inanamıyordu.
“Ne yapıyorum ben, bu evde ne yapıyorum” sesi fısıltıyla çıkmıştı. Anılar birer birer saklandıkları okuytu köşeden çıkarken hatırladıklarının ağırlığıyla yere yığıldı. Dar kıyafetinden pörtleyen göbeğine baktı, ne zaman çıkmıştı bu kadar. Kendine bu kadar ne zaman yabancılaşmıştı hayret etti. Zaman su gibi akıp gitmiş ve kendiyle arasına aşılmaz duvarlar örmüştü sanki. Efe tarafından fark edilmek, sevilmek için kendisinden vazgeçtiğini fark ettiğinde çok geçti. Kendime ne yapmışım bunca zaman diye ağlıyordu yarattığı enkazının içinde.

Her aşk biterken bir enkaz bırakır gerisinde. Büyük bir enkaz. Kimin üstüne yığılacağı ise muammadır. Giden mi nasiplenir bu enkazdan yoksa kalan mı. Emin değildi Nil ama bu enkazın altında kalmıştı ve yaralarını, kırıklarını nasıl tamir edeceğini bilmiyordu. O gece kendi başına kaldığı o cumartesi gecesi büyük bir aydınlanma yaşadı. Kendi olmaktan vazgeçmeyecekti artık, başkası, o başkası kocası bile olsa izin vermeyecekti kendisine yabancılaşmasına. Sabaha kadar ağladı. Yitip giden yıllarına, verdiği emeklere, boşa geçen hayatına. Sabah olduğunda yeni bir gün başlamıştı tüm tazeliğiyle. Güneş perdedeki boşluktan içeri girerken kalktı ayağa iyice açtı perdeleri, camları. Temiz hava içeri dolarken kararını çoktan vermişti bile. Eşyalarını bile toplamadan çekti kapıyı ve çıktı.

22 Ekim 2019 Salı

Hesaplaşma

İçsel bir hesaplaşma bizimkisi, önü, arkası, sağı, solu belli olmayan. Başı var mıydı, ilk kim başlattı bilmiyorum, bitecek mi emin değilim. Hiç yorulmuyoruz, yıpranmıyoruz, ilk günü gibi savaşmaya devam ediyoruz hala. Ne vardı sanki bunu yapacak, neden böyle davrandın, benim canımı çok acıttın, seninki daha çok acısın, hiçbir yere gidemezsin, benim dediğimi yapacaksın. Bitmek bilmeyen didişmeler, kim haklı kim haksız kavgaları. Esra tüm bunları düşünürken ablasıyla içinde bulunduğu  durumun onu ne kadar yıprattığını fark etti. Artık birisinin bu anlamsız savaşa son vermesi gerekiyordu. Kırk yaşının arifesinde artık yorulmuş, kaçabileceği en uzak noktaya kaçmış, tüm sevdiklerinden, tanıdıklarından kendini soyutlamıştı. Oturduğu kafenin camından dışarı baktı. Kırmızı saçlarıyla aynı renk mont giymiş genç bir kız aynı yaşlarda başka bir kızla kimselere aldırmadan öpüşüyordu. Ne kadar canlılardı, kendileri gibiydiler ve adeta her bir hücrelerinden aşk fışkırıyordu. Kimseyi umursamadan sadece ikisi vardı o anda. İmrendi onlara, onlar gibi korkusuz olmayı isterdi. Kendileri gibi olmayı başarmış maskesiz insanlara gıptayla bakardı hep. O ise hep maskeyle gezmek zorunda kalmıştı. İşyerinde Esra bambaşka iken, arkadaşlarının yanındaki Esra bambaşkaydı, ablasıyken hele tamamen farklı biri oluyordu. Peki gerçek Esra kimdi, ondan nereye kadar kaçacaktı. Ne zaman kendisiyle, kim olduğuyla yüzleşecekti. Hayattaki en zor iş insanın kendini bulmasıydı en iyi o bilirdi bunu. Kimselere benzemeden, kimselerden etkilenmeden, öylesine duru, öylesine çıplak,  öylesine güzel olabilmek. Düşünceleriyle boğuşurken biraz önceki aşık çift çoktan gözden kaybolmuştu bile.

Tam bir yıldır burdaydı. Dilini bilmediği, hayatını silip yeniden başlamak için kaçıp sığındığı bir limandı onun için. Geçen sene girdiği tüm savaşlardan yenik düşmüş bir halde, yaralarını sarmak için gelmişti bu uzak ülkeye. Yabancı olmak istemişti. İnsanların kafalarındaki etikete göre davrandıkları düzenden çok sıkılmıştı. Olduğu gibi görülmek, kabul edilmek istiyordu. Şehir onu sert rüzgarlarla karşılamıştı tıpkı yüreğinde esen fırtınalar gibi. Aynı zamanda sarı yapraklarla, hiç bitmeyecek zannettiği yağmurlarla. Yağmur yağdığında camdan dışarı bakar o da ağlardı. Ne yağmur dinecek ne de akıttığı gözyaşları bitecek diye düşünmüştü o vakitler. Ama yanılmıştı. Zaman her şeyin ilacı diyenler haklıydı. Zamanla yağmurlar dindi yerini güneşe bıraktı, gözyaşları dindi tekrar gülümsemeye başladı. Yine sonbahar gelmiş ağaçlar yapraklarını teker teker dökerek kendilerini sonbahara hazırlıyordu. Ben neye hazırlanıyorum diye düşündü. Kim olduğumu yıllarca sakladım, korktum, gerçekler açığa çıkınca da kaçtım. Oysa tek istediğim kabul edilmekti. Ablasıyla yaptığı son konuşma geldi aklına. Yıllar öncesinden kalan hayalet peşini bırakmıyordu bir türlü.

“Ahlaksız, sen ailemizin yüz karasının. İyi ki annem görmedi bu günleri. Nasıl olur Esra anlayamıyorum. Neden? Hem de benim arkadaşım Selin’le. Hiç mi utanmıyorsun?”
“Seviyorum abla.”
“Ne demek seviyorum, ne demek. Ben arkadaşımın yüzüme nasıl bakacağım şimdi, ne diyeceğim ben ona. Peki eniştene ne diyeceğim, elaleme rezil olacağız senin yüzünden”
“Abla anla beni. Hep böyleydim. Seviyorum”
“Ne demek anla beni, anlamıyorum, anlamak istemiyorum. Unut onu, benim seçtiğim adamla evleneceksin en kısa zamanda. İkimiz de unutacağız bu konuyu, hiç olmamış gibi yapacağız. Anladın mı beni?”
“Hayır abla. Olmadığım biri gibi davranamam, ben böyleyim. Selin’i seviyorum.”
“Evleneceksin dedim o kadar.”
“Hayır”
“Ne diyorsam onu yapacaksın yoksa”
“Yoksa ne olur”
“Kötü olur”
“Senin istediğin gibi olmayacak bu sefer.”
“Eğer gidersen seni silerim.”
İkisi de durmuştu bu sözün üzerine. Esra korkuyordu ablası tarafından reddedilmekten, ailesinden geriye kalan tek kişiydi o. Yıllardır didişseler de kardeştiler sonuçta. Aralarında sessizliği Esra bozdu.
“Gidiyorum”
“Git, bir daha da gelme, arama, sorma. Benim senin gibi bir kardeşin yok artık. Keşke o kazada annem yerine sen ölseydin”

Esra eşyalarını toplayıp evden ayrılırken ablasının sözleri yankılanıyordu kulaklarında. Keşke sen ölseydin. Derin bir nefes alarak zor da olsa hatıralarından sıyrıldı. Daha ne kadar acıyabilirdi canı bilmiyordu. Yağmur başlamıştı, insanlar ise aldırış etmeden yürümeye devam ediyorlardı. O ise her seferinde ıslanmamak için içeri kaçmıştı. Şimdi ise kalktı, sokağa çıktı ve ilk defa yağmurun kendini ıslatmasına izin verdi. Her adımda daha çok ıslandı, sanki bedenine değen her zerre ruhunu da temizliyordu. Gözyaşlarını yavaşça kirpiklerinden süzülürken hiç olmadığı kadar huzurlu hissetti kendini. Artık kendim olmaktan, olmadığım biri gibi davranmaktan kaçmama gerek yok diye düşündü.


12 Ekim 2019 Cumartesi

Kefaret

Sakin bir sabaha uyanmıştı içindeki fırtınaya inat. Günlerdir yağan yağmur durmuş adeta şehrin tüm pisliğini alıp götürmüştü. Pencereleri açtı soğuk havanın ciğerlerine dolmasını bekledi. Rüzgar perdeleri havalandırırken kendi düşüncelerinde boğulmak üzereydi. Güya buraya herkesten kaçıp kafa dinlemeye gelmişti ama düşüncelerini zapt edemediği için daha da kötü olmuştu. Neye karar vereceğini hala bilmiyordu? Gitse mi kalsa hangisinde daha çok canı acırdı. Yeni bir hayata başlamak istiyordu en çok, geçmişi sıfırlayıp yeniden başlamak. Tekrar çocuk olmak belki canı acımadan büyümek. Hı canı acımayacakmış lafa bak, sen acı olmadan büyündüğünü gördün mü hiç diye konuşmaya başladı içindeki hiç susmayan ses. Kafasını iki yana sallayarak kapa çeneni diye bağırdı. Üşümüştü, soğuk hava kısa sürede odayı buz gibi yapmıştı. Aldırış etmeden hızlıca giyinmeye başladı. Siyah kot pantolon, siyah kazak, uzun çizmelerini de ayağına geçirdi. Hazırdı. Aynanın karşısına geçerek kendine baktı. Saçlarını tepede sıkıca topladı. Savaştan çıkmış kadar yorgun görünüyordu. Dışarda hafif bir yağmur başlamıştı. Çantasını aldı ve doğru hızlı adımlarla iskeleye doğru yürüdü. Kararını vermişti, ne olursa olsun kalıp savaşmaya devam edecekti. Bunca yol korktuğu, kaçtığı yetmişti. Yağan yağmura aldırış etmeden gülümseyerek yürüdü. İskeleye vardığında vapurun gelmesine daha yarım saat zamanın olduğunu gördü. Bekleme salonuna girerek kapının yanındaki koltuğa oturdu. Kendisinden başka bekleyen kimse yoktu. Yağmur damlaları yavaşça cama vuruyor, tıkır tıkır çıkardığı sesler kulağa hoş bir melodi gibi yayılıyordu. Sabırsızca ayaklarını sallamaya başladı. Tık, tık, tık. Bu tıkırtı da beyin nesiydi. Etrafına baktı kimse yoktu. Gittikçe artan ses rahatsız edici olmaya başlamıştı. Tık, tık, tık. Saate baktı ama daha gelmesinin üzerinden beş dakika bile geçmemişti. Derin bir of çekti. Denize doğru baktı sese aldırış etmemeye çalışarak.

Şiddetli dalgalar peşin sıra sahili dövüyordu. Ne zaman bu denli dalga olsa hep o anı gelirdi gözünün önüne. Sekiz yaşında halasının yazlığına tatil gittikleri, normal başlayan bir günün kabusa dönüştüğü o gün. Hala canını acıtıyordu hatırladıkça. Sen ittin kardeşini, sen öldürdün onu kurtarabilirdin diye bağırmıştı babası. Annesi ise yüzüne bile bakmamış tek kelime bile etmemişti. O olaydan sonra yatılı okula gitmişti zaten. Kafasını salladı anılardan bugüne gelmek için. Yeter artık kendimi bu kadar hırpaladığım, kaçtığım yıllarca, ben de çocuktum anlıyor musun, bilerek yapmadın. 
“Bilerek yaptın” 
“Ne dedin sen” bir anda düşüncelerine gelen karşılıkla irkildi. Etrafına baktı kimseyi göremedi. Açık hava iyi gelir düşüncesiyle dışarı çıktı ama daha ilk adımda pişman oldu. Sabahki sakin hava gitmiş yerine fırtına çıkmıştı. Rüzgardan ayakta durmak bile mümkün değildi. Çaresiz tekrar içeri girdi. Saate baktı daha yirmi dakika vardı vapurun gelmesine. Kendisi şehre, eski anılara, geçmişine götürecekti vapur. Kısa boylu bir adam girdi içeri. Üşümüş ellerini birbirlerine sürterek ısınmaya çalışıyordu. Burnunu çekti, ondan tarafa hiç bakmadan 
“Kızım bu havada vapur gelmez hiç boşa bekleme. Bütün seferler iptal. Ben de kapatmaya geldim. Yarına Allah kerim” diyerek kısa sürede seferler iptal yazısını asarak gitti. O da mecburen çıkmak zorunda kaldı. Bu havada eve gitmekten başka şansı yoktu. Of şimdi bu havada o yokuşu kim çıkacak diye düşündü. Şiddetli rüzgar iliklerine kadar üşütmüş, kısa sürede yağmurun etkisiyle sırılsıklam olmuştu. Ağız dolusu bir küfür savurdu yokuşun başında. Şimdi de gitmek isteyip gidememişti şu lanet olası adada esir kaldım hay şansıma diye söylenerek yürümeye başladı ama nafile rüzgardan adım atmak mümkün değildi. Zorlukla iki adım atmıştı ki birden daha önce görmediği su birikintisine ayağı kayıp düştü. Alelacele elini yere koyup kalkmaya çalıştı ama rüzgar onu öyle bir savurdu ki kalkmak şöyle dursun daha derine battı. Kıpırdıyor, bağırıyor, haykırıyordu ama ne yaparsa yapsın kurtulamıyordu bir türlü. Sanki her çırpınışta daha derine batıyor gibiydi. Suyun birden hareket ettiğini ve onu boğmaya çalıştığını fark ettiğinde dehşet içinde donakaldı. 

“Beni yalnız başıma bırakıp gitmeyecektin”
“Git başımdan” ağlamaya başladı. Bir yandan da kurtulmak için daha çok çırpınıyordu. 
“Çıkamayacaksın burdan boşa uğraşma, aynen benim gibi boğulacaksın”
“Git dedim” sanki her hareketi daha çok dibe batmasına neden oluyordu. Yorulmuştu, sırılsıklamdı, üşüyordu.
“Ben de çocuktum. Benim suçum yok”
“Sen ittin beni, sen bıraktın gittin dalgaların içinde”
“Benim suçum yok. Şaka yapıyorsun zannettim.”
“Hayatımı mahvettin”
“Git başımdan. Suçsuzum ben. Yıllardır çektiğim yetmedi mi?” 
Bir an sustu. Ses de sustu. İkisi de sustu. Sadece yağmurun ve sahilden gelen dalgaların sesi duyuluyordu. Sonra birden bağırmaya başladı.
“Yeter, yeter, yeter.” Avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
“Asıl hayatı mahvolan benim, ben. Ne gidebildim ne kalabildim bıktım böyle yaşamaktan. Yetmedi mi ödediğim kefaret, yıllar oldu. Yeter. Bırak beni.”
Bağırmasının ardından yağmur şiddetlendi, dalgalar çıldırmışçasına sahile vurmaya başladılar. Gök yarılıp tepelerine düşmek istercesine gürlüyordu. O ise fırtınanın kalbinde kendine sarılmış, çırpınmayı bırakmış sakince duruyordu. Kıpırdamıyordu bile akıntıya kapılmış gidiyordu. O sakinleyince yağmur da sakinledi. İçinde boğulmak üzere olduğu dalgalar da sakinledi, onu yutmaktan vazgeçmiş görünüyordu. Sular çekildi. Derin bir nefes alarak ayağa kalktı, gözyaşlarını silerek evine giden yokuşu tırmanmaya başladı. Kalbi hiç olmadığı kadar hafifti. Yarın yeni bir gün olacak, yeni başlangıç diye hatırlattı kendine. Yeni bir gün yeni bir başlangıç.