28 Temmuz 2016 Perşembe

I ❤️ Paris

Bundan 4 sene önce ilk kez Paris'e gitmiş ve aşık olmuştuk. O günden beridir aklımızdan çıkmıyordu, bu sene fırsat yarattık ve 3 günlüğüne parise gittik. Paris tatilimizin ilk durağıydı rahatça gezelim diye 3 gün ayırmıştık ancak yaşanan
darbe girişiminden sonra uçağımız cumartesi kalmadı ve bir gün gecikmeli gittik. Neyse geç olsun güç olmasın dedik ve yola çıktık.
Parise varır varmaz Saint Germain bölgesindeki otelimize kendimizi attık. Oteli bir gün önce arayıp uçağımızın kalkmadığını ve bir gün sonra gelebileceğimizi rezervasyonu iptal etmemelerini söylemiştik. Türkiye'den geldiğimizi öğrenince direk soru yağmuruna tuttular, yaşanan olaylar hakkında baya bilgi sahibilerdi. 4 sene önce kaldığımız otelde bizimle ingilizce konuşmamışlardı ve kahvaltı esnasında çok kötü davranmışlardı ( biz daha kahvaltıyı bitirmeden sofrayı toplamaya başlamışlar, yiyeceğimiz yiyecekleri elimize alarak zor kurtarmıştık) bu sefer resepsiyonda çok sıcak bir karşılanma ile karşılaşınca çok şaşırıyoruz. Otele eşyaları attıktan sonra kendimizi hemen sokağa atıyoruz keza kaybedecek vaktimiz yok. Karnımız aç o yüzden hemen otelin yanındaki krepçilere oturup krep ve kahve ile karnımızı doyuruyoruz ( ben küçücük kreple doymuyorum tabi evde pazar kahvaltısında 5 krepten aşağısını yemeyen bünye 1 kreple doymuyor:) bu fransız kadınlarının sırrı bu galiba az yemek diye düşünüyorum çünkü hepsi doymuş görünüyordu. Bu arada fransız kadınları hamilelleri bile çok fit. Kaçtane hamile fransız gördüysem hepsi leblebi yutmuş solucan gibi görünüyordu.)

İlk durağımız ara sokaklardan dolaşarak Eyfel kulesi, Zafer Takı ve Şanzlizeye gitmek. Paris'te ara sokaklar o kadar güzelki kaybolmaya bayılıyorum. Saatlerce bu sokaklarda bıkmadan usanmadan yürüyebilirim. 
Gezerken karşımıza Ladurre pastanesi çıkıyor. Burasının makaronları çok meşhurmuş hemen girip makaronların tadına bakıyoruz. İlk etapta çikolatalı, antep fıstıklı ve franbuazlı alıyıoruz. Benim favorim kesinlikle antep fıstıklı olan. Yolunuz düşerse mutlaka tadına bakın 


İlk durağımız Eyfel Kulesi. Fransızların ilk başta beğenmediği ama şu an fransa' nın simgesi olan meşhur kule.
Eyfel kulesinin etrafı gerçekten çok kalabalıktı. Biz biraz foto çekip arka tarafındaki parka atıyoruz kendimizi. İki bira alıp manzaranın keyfini çıkarıyoruz. Hayat budur işte her anın keyfini çıkarabilmek.
İkinci durağımız şanzelize ve zafer takı. Şanzelize çok kalabalık. Geldiğimiz ara sokaklarda pazar günü olması sebebiyle dükkanlar kapalıydı ve sokaklar çok boştu. Bütün herkes şanzelizedeymiş diye şaşırıp yolumuza devam ediyoruz.

İkinci gün ilk durak Louvre Müzesi. Müze için biletleri internet üzerinden daha önce aldığım için sıra beklmeden giriyoruz. Sabah 10 için almıştım biletleri 9 buçukta müzeye giriyoruz. Müzede gezilcek eser çok bizde zaman az o yüzden çabucak gezmeye başlıyoruz. İlk istikamet Mona Lisa. Benim güçlü yön duyum sayesinde ilk gezeceğimiz yeri büyük bir başarı örneği göstererek en son geziyoruz. 


Müzede gerçekten çok eser var. Hakkıyla gezebilmek için 1 gün ayırmam lazım biz yarım günde geziyoruz. Çıkarken inanılmaz kalabalık oluyor kalabalıktan bunalıp kendimizi dışarı atmak istiyoruz ama kolay olmuyor çıkış için baya dolandıktan nihayet çıkışı bulup kendimizi sokağa atıyoruz. Paris hiç beklemediğimiz kadar sıcak hava 31 derece gezerken bir ara sıcaktan bunaldık. Kendimizi soğuk bişeyler içmek için Starbucksa atıyoruz biraz dinleniyoruz.


İsmimi bu şekilde yazdılar bardaklara sizce ne yazmış olabilir?

Biraz soluklandıktan sonra soluğu Notre Dame da alıyoruz. Pariste en sevdiğim yer kesinlikle Notre Dame giden nehir kenarındaki yol. 


Ara sokaklarda bol vakit geçirip birbirinden güzel dükkanlara hayran kalıyoruz. Artık bir sonraki durağımız olan Brugge için tren biletlerini almamı ızın vakti geldi. Daha önce internetten biletlere baktığımda çok pahalı gelmişti ve almamıştık. Orda bunun ne kadar büyük bir hata olduğunu görüyoruz. 2 kişi Paris Brugge arası 160 Eur veriyoruz tren biletlerine içimiz acıyor resmen. Bizim pahalı bulup almadığımız biletler 80 eur idi. Biletlere 2 katı ücret ödemekten moralimiz bozulsa da kendimizi çabuk toparlıyoruz gezmeye devam ediyoruz.

Hava çok sıcak olduğu için akşam yemeği öncesi biraz otele gidip dinlenmeye karar veriyoruz. Parise gelmeden önce birçok kaynakta Montparnesse tepesinden bahsediyordu. Tepeden Paris manzarasının şahane olduğu ve mutlaka görülmesi gerektiği yazıyordu her yerde. Biz de dümdüz Paris'te 2 gün boyunca tepe aradık. Meğer Montparnesse tepesi çok çirkin, kaldığımız otele çok yakın upuzun bir binaymış. Manzara binanın tepesinden izleniyormuş. Bunu öğrenince baya gülüyoruz tepe diye aradığımız şey meğer binaymış.

Akşam yemeği sonrası tekrar şanzelize ve Eyfel kulesinin ardından yorgunlıktan bitap, Paris'ten sarhoş olmuş ve çok mutlu bir şekilde otele dönüyoruz. Biraz dinlenip ertesi günkü Brugge seyahati için enerji toplamamız lazım.

15 Temmuz 2016 Cuma

Yeşil Kazak

                                     

Ayla bu Cumartesi gününü giysi dolabını düzenlemeye ayırmıştı. Bu işten nefret eder, erteleyebildiği kadar ertelemeye çalışırdı. Sonunda dolap karmakarışık olur, giyecek hiçbirşey bulamazdı. Bu sefer iş bu raddeye gelmeden dolabını düzenlemeye kararlıydı. Kış bu sene erken gelmişti. Kazakları, montları çıkarması gerekiyordu. Gerçi çalıştığı ofis çok sıcak oluyordu ama yazlıkları kaldırıp kışlıkları çıkartıp alışveriş yapmak istiyordu. Alışveriş onun en büyük tutkusuydu. Sabah yataktan bu kararlılıkla çıktı. Elini yüzünü yıkadı, sabah kahvesini yaptı ve dolabının başına geçti.

İşe önce yazlıkları kaldırmakla başladı. Renklerine göre ayırırdı kıyafetleri. Böylece daha kolay kombin yapıyordu. Daha önceleri istanbula ilk geldiğinde ne kadar abartılı tarzı olduğuna şimdi kendisi bile şaşırıyordu. Abartılı dekolteler, mini etekler, bolca makyaj, sapsarı saçlar. Şimdi işe çabasız şıklık akımı ön plandaydı. Sanki makyaj yokmuş gibi görünen makyajlar, doğal kalın kaşlar, sade kıyafetler. O da dolabını bu doğrultuda sadeleştirmişti. Evin en sevdiği odası giyinme odasıydı. Kıyafetler, çantalar, takılar, ayakkabılar. Ah ayakkabılar. Ayakkabılarla adeta aşk yaşardı. Sırf çok beğendiği için giyemeyeceğini bile bile aldığı ayakkabılar bile oluyordu. Onlara bakmayı bile çok seviyordu. Giysi dolabına söyle bir baktı ve kendisiyle gurur duydu. Genç yaşında çalışmış çabalamış, çok katlı plazaların birinde müdür olmuştu. Buraya gelene kadar çok ezilmiş, çok hakir görülmüştü. Şimdi müdür olduğuna göre ezme sırası ondaydı. Zamanında kendine yapılanları bir bir beynine kazımış, şimdi aynısını altında çalışanlara yapıyordu, belki farkında olmadan belki farkında olarak. Dünya böyle bir yer değil mi zaten dünün ezileni eline güç geçtiği anda ilk işi kendisine yapılanlarının aynısını başlarında yapardı. Ayla’nın diğerlerinden farkı yoktu işte. Neticede o da hırslarına yenik düşmüş, kendini korumak adına etrafına görünmez duvarlar örmüş, o duvarlar günden güne kalınlaşarak kendisini hapsetmişti.

Kazaklarını çıkarken dolabın en altında duran yeşil bir kazak dikkatini çekti. Dolabın en altına atılımış, unutulmuş kazağı eline aldı uzun bir süreden sonra kalbi acıdı. Bu, annesinin İstanbul’a üniversite okumaya gelirken üşümesin diye kendi elleriyle ördüğü yeşil kazaktı. Kızım yurt odası soğuk olur bu kazağı giyersin sıcacık demişti annesi. Elindeki kazak onu çok eskilere götürdü. Üniversitede zengin bir arkadaş gurubu vardı. Onların arasına katılmak, onlar gibi olmak istiyordu. Gruptaki kızlardan birinin doğum günü partisine davet edildiğinde sevinçten uçuyordu. İtinayla hazırlandı. Zaten o zamanlar giyecek fazla birşeyi olmadığından yeşil kazağını giymişti. Nihayet guruba katılacağını düşünen Ayla büyük umutlarla partiye katıldı. Başta herşey güzel başlasa da arkadaşlarının giyimlerinden ne kadar farklı oldukları anlaşılıyordu. Hepsi markalı kıyafetler içinde süzülürken kendisi annesinin ördüğü kazakla gelmişti. Hayatında hiç bu kadar utandığı bir zaman olmamıştı. Utanmıştı çok utanmış. Kendinden, el örgüsü yeşil kazağından, fakirliğinden, hayallerinden hepsinden utanmıştı. Ağlayarak kaçtı partiden. Ağlarken de yemin etti kendine bir daha asla ağlamayacak çok güçlü olacaktı aynı zamanda çok başarılı ve çok zengin olacaktı.

Ayla zaman içinde çok çalışarak istediklerini elde etmişti. Şimdi çok zengindi, çok başarılıydı. Artık el örgüsü kazaklar giymiyor, marka kıyafetler giyiyordu. Biz zamanlar hayal ettiği hayatı yaşıyordu şimdi. Peki mutlu musun diye sordu bi ses derinlerde. Mutlu musun Ayla, mutlu musun kızım? Ayla bu soruyu hiç sormamıştı kendine, cevabını duymaktan korkuyordu. Elinde annesinin ördüğü kazak giysi dolabının önüne çökmüş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sorunun cevabı gözyaşlarında saklıymışcasına ağlıyordu.

               



13 Temmuz 2016 Çarşamba

Yüzleşememe Korkusu

          Perihan Maden'in tehlikeli temayüller kitabını okurken bahsettiği iki kavram çok dikkatimi çekti. Zira bu iki konu üzerinde uzun süredir düşünmekte ve nedenlerini merak etmeyim. Konuların birincisi yüzleşememe korkusu diğeri de affetmek. Affetmek günümüzün en popüler konularından. Hangi kişisel gelişim kitabını açsak, hangi yaşam koçunu dinlesek bize affetmenin yararlarından, kişiyi özgür kıldığından bahsediyorlar. İyi tamam peki affetmek güzel, rahatlatıcı, özgürleştirici vb. Sayısız yararları var bumda hemfikirim ama kafamı kurcalayan bir soru var? Affetmek ama nasıl, karşımdakini bağışlamadan nasıl affedebilirim? Burada affetmekle ilgili çok önemli bir konu daha göz önüne çıkıyor o da yüzleşmek. Yüzleşmeden, karşılıklı konuşmadan, etekteki taşlar ortaya dökülmeden affetme nasıl gerçekleşir? Ben içimden hala karşı tarafa kin besliyorsam, olayları hazmedemediysem nasıl affedebilirim. Ağzım affettim dese bile ruhum gerçekten affeder herşeyi unutur mu? Yoksa sadece kendimi kandırmış mı olurum?

          Kişisel gelişim kitapları, yaşam koçlarının bu kadar popüler olmasıyla beraber bazı konular ortaya atılıyor ve zamanla kavramın içi boşaltılıp asıl anlamından başka yerlere çekiliyor.  İçi boşaltılan kavramlardan biri de affetmek bence. Affedelim de nasıl olacak bu iş. Kimseye ahkam kesmek değil niyetim sadece bazı gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. Bence yüzleşmeden affetmek olmaz olsa da işe yaramaz, tatsız tuzsuz bişey olur bünyede gereksiz öfke yaratır, eller ayaklar titrer, kalp olduğundan hızlı çarpar, boncuk boncuk terlersin de nedenini anlayamazsın. Yüzleşmek gerek bizi kıranla, bize haksızlık yapanla, sevmediklerimizle, tahammül edemediklerimizle, nefret ettiklerimizle. 

          İnsanın kendini tanımaya başladıktan sonra ilk sorduğu soru ben kimi okur genelde. Bu sorunun cevabı sadece insanın kendisiyle yüzleşmesiyle bulunur. Ama bizim toplum olarak en büyük korkularımızın başında yüzleşmek gelir. Kimseyle yüzleşmeyi biz, ödümüz kopar bu durumdan. Bu duruma düşmemek için elimizden geleni yaparız. En çok yaptığımız şey üç maymunu oynamaktır. Sürekli sorun yokmuş gibi davranırız sanki öyle davranınca sorunlar ortadan kalkacakmış gibi. Hepimiz yaşamışızdır bunu çocukken komşu bize misafirliğe gelir annemiz kapı deliğinden bakar ve "öfff yine bu suratsız gelmiş hiç çekemeyeceğim bunu" der ve ardından kapıyı açar biz bekleriz ki annemiz kadına biraz önce söylediği gibi kadını istemiyormuş gibi davransın ama o da ne annemizin kapıyı açar, yüzünde büyük bir gülümsemeyle  " Hoş geldin canım nerelerdeydin, özlettin kendini" der. Kafamız karışmıştır biraz önce kadını sevmediğini söyleyen o değil miydi peki şimdi neden çok seviyormuş gibi davranıyor. Bu olayda büyük bir ikiyüzlülük yok mudur? Madem sevmiyorsun görüşme bu kadar basit. 

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Tatil Hiç Bitmese Olur Mu?

9 günlük tatil bitti ve eve döndük mecburen. Kalbim her ne kadar Ege’ de kalmış olsa da istemeye İstanbul’a döndük ve iş başına geçtim geçmesine de sabahtan beri hiçbir şekilde adapte olamıyorum. Bünye alışık değil tabi 9 yıllık bankacılık hayatımda ilk defa bir bayram öncesi ve sonrası izin alarak uzun bir tatil yaptım. Malum çoğunluk 9 günlük tatilin keyfini çıkarırken biz bankacılar her daim çalışır, gece, gündüz, tatil demez çalışırız, sizler için varız. (Tabi tabi) arife günü herhangi bir banka şubesine gidin bakın upuzun kuyruklar, birbiriyle kavga eden insanlar görmeniz muhtemeldir. Çünkü canım yurdum insanı her şeyi son güne bırakmak konusunda dünya birincisidir. Faturaların daha ödenmesine 10 gün olan emekli, tonton amca faturasını yatırmak için illaki arife günü gelir.

---Kızım benim faturaları ödeyiver
--- Amca bunun gününe daha var. (Bugün gelmen şart mıydı, kalabalığı görmüyor musun )?
-- Olsun kızım bayrama borçlu girmeyelim.
-- Otomatik ödeme yapalım, her ay böyle uğraşmayın.
-- Aa hayatta olmaz. Ödenmez falan ben bugüne kadar hiç geciktirmedim. Hem ne işim var gelir öderim. (Senin işin yok da bize kalabalık oluyor her ay)
-- Tamam siz bilirsiniz. (O esnada daha gelecek müşterileri bekleyen çalışanın malum yerlerinden ateş fışkırmaktadır.)

Bunun gibi bir sürü diyalog yaşanır uzun tatil öncesi şubelerde. Neyse ki bunlardan artık çok uzağım.

Sabah işe zor geldim resmen. Önce sabah gazeteleri okudum memlekette ben yokken bir değişiklik var mı diye. Artık ne gibi bir değişiklik bekliyorsam tabiki her şey aynı bıraktığım gibi. Şiddet, kaos, saygısızlık, sevgisizlik ülkenin iliğine kemiğine işlemiş vaziyette.
Sevgisizlik ve saygısızlık mevzusu çok derin ve deşilmesi gereken, üzerinde uzun saatler konuşulması gereken bir konu bence. Tatilde net bir şekilde gördüğüm kadarıyla artık kimsenin bir başkasına ne tahammülü ne de saygısı var. İnsanların kendine saygısı var mı ondan bile emin değilim artık ki bu insanların başkasına, doğaya saygısı olsun. Yaklaşık 20 yıldır her sene aynı yerde tatile giderim, ilk defa bu sene bu kadar büyük bir kalabalık gördüm. Deniz, plaj insan kaynıyordu resmen. Çoğunluğu da günübirlik yakın yerlerden gelen tatilciler. Tamam, gelin kimse gelmeyin demiyor ama bari pisliğinizi temizleyin. Kimse sizin pisliğinizi, çöpünüzü temizlemek zorunda değil. Adım başı çöp tenekesi var ama yok illa o çöpler yere atılacak, çünkü yürümek çok zor, çöpleri yer bırakmak çok kolay. Kolay yol varken neden zor olanı tercih edelim değil mi?

Tatilde en sevdiğim şeylerin başında kitap okumak gelir. Kitap okumak zaten hayatta en sevdiğim şey açık ara. Bırakın beni saatlerce, günlerce bıkmadan usanmadan okuyabilirim ama kurumsal kölelik Buna izin vermiyor maalesef. Okumak neymiş çalış köle, yapılacak işler, bitirilmesi gereken analizler var neyine okumak. Her tatilde kurumsal kölelikten kurtulma hayalleri kurarım denize bakarken. bu yaz da gelenek değişmedi ve tamamen özgür olduğum, kendim olabildiğim bir hayatın hayalini kurdum. Basmışım istifayı,  yeter demişim başlarım işinize, kırmışım zincirlerimi, derin bir oh çekmişim, deniz kokusunu içime çekmişim. Ohhhhh.. Dünya varmış, yaşamak güzelmiş desem. Az kaldı … (Hayaller ve gerçekler) Doğadan böyle uzaklaşıp, kendimizi betona kapatıp sonra da neden iç sıkıntım hiç bitmiyor diye sormak biz insanlara özgü bir sorun.  Toprak üstünde yoga yaptım, zeytin ağacının altında meditasyon yaptım, ağaçla bütünleştim, burada ağaçla birlikte kök salsam diye düşündüm. 1 hafta bile olsa hayatı yavaşlattım, içime döndüm, kendimi sorguladım, unuttum kendi sesimi dinledim. Çok iyi geldi.

             Tatilde sadece hayal kurmadım aynı zamanda içsel sorgulama da yaptım. Ben neden böyleyim, hayatım nasıl gidiyor, nasıl gitmeli, hayallerim nerde ben neredeyim?  Bir sürü soruyla içim içimi yedi.  Bu soruları sormamda bana Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabının etkisi çok büyük oldu. Hayatımda bugüne kadar hiçbir kitap beni bu kadar etkileyip derinden sarsmamıştı. Sanki içimi havalandırdı, içimde olan bütün taşlar yerinden oynadı ve hiçbir taşı eski yerine oturtamıyorum şu an. Bildiklerimi unuttum, bilmediklerimi öğrendim. Mevlana‘nın çok güzel bir sözü var “ Hayatının alt üst olmasından korkuyorsun, ya altını üstünden daha çok seversen.”  Bazen galiba hayatı alt üst etmek, yeni sözler söylemek gerekiyor. Kitabın bendeki etkileri çok oldu, birazcık kafamı toparladıktan sonra uzun uzun anlatmayı düşünüyorum.