Bu
hikaye uzun zaman önce umudunu kaybeden bir adamın hikayesi. Bu hikaye benim hikayem.
Dolayısıyla da umudunu kaybeden adam da ben oluyorum. Nasıl olur, olur mu öyle
saçma şey insan hiç durup dururken umudunu kaybedermiymiş dediğinizi duyar gibiyim.
Kiminiz kulak asmayacak, kiminiz saçma bulacak, kiminiz ise ilginç bulacaksınız
hikayemi. Ama ne olursa olsun kayıtsız kalmayacaksınız, belki siz de umudunuzu
kaybettiniz de haberiniz yok. Şimdi koltuklarınıza yaslanın da hikayeme kulak verin.
Herşey
bir anda oldu. O kadar hızlı olduki nasıl olduğunu anlayamadım bile. Bir gün
içinde olup bitti herşey. Tıpkı Murakami romanlarında oluduğu gibi başıma gelen bir dolu tuhaf olaydan sonra
umudumu tamamen sonsuza kadar kaybettiğimi anladım. Bundan tam iki yıl otuz
dokuz gün altı saat önceydi benim için gayet sıradan bir sabah başlamak
üzereydi.
Ben gayet sıradan bir adamım. On beş yıldır
aynı işyerinde sıkıcı olan işimi yaparım. Her gün işe gider gelirim. Sıkıcı olsa
da bir işim var diye sevinirim ne de olsa ülkedeki işsizlik malum günden güne
artmaktayken işten sıkılmak bana şımarıkça gelir. Öyle büyük zevklerim, istek
ve arzularım yoktur. Rutini severim, değişiklikten hoşlanmam. En ufak
değişiklik bile bende tedirginlik yaratır. Ev iş arası mekik dokurum. Kahvaltı en
sevdiğim öğündür hiç kaçırmam. Yürüyüş en sevdiğim spordur. Hafta sonu en büyük
zevkim sahilde yürüyüş yapmaktır. Bekar ve çocuksuzum. Gördüğünüz gibi gayet
sıradan bir insanım. Yolda karşılaşsak dönüp bana bakmazsınız bile. Bunları
size niye mi anlatıyorum belki birazcıkda
olsa beni tanımanız için. Her neyse lafı fazla uzatmadan konumuza başlayalım.
Nerde kalmıştık. Evet hatırladım.
Benim için gayet sıradan bir gün başlamıştı. Günlerden Pazartesi miydi, Salı mıydı…
Yok yok cumaydı evet evet şimdi hatırladım kesinlikle cumaydı. Sabah altı
buçukta kalktım hergün o saatte kalkarım hiç şaşmaz. Demiştim size ben rutini
severim diye. Kahvaltımı hazırlamaya başladım. Öncelikle kahvemi demledim. Mis gibi kahve
kokusu tüm evi doldurken domates ve salatalık doğradım. Peynirli omlet yaptım,
ekmek kızarttım. Kızarmış ekmek kokusu kahve kokusuna karıştı. Sofraya zeytin,
peynir, reçel koydum işte kahvaltım hazırdı. Hazırladığım kahvaltıya baktım ve
işte benim zevkim de bu diye düşündüm. Basit hayatımın basit zevkleri. Gün normal
başlamıştı görünürde tuhaf olan herhangi bir şey yoktu. Kızarmış ekmeğime
terayağı sürdüm, kahvemden bir yudum aldım. Omletimi yemeğe başladım. Ama tuhaf
olan ne yersem yiyeyim hiçbirşeyin tadı yoktu. Acaba hasta mı oluyorum diye
düşündüm. Hasta olmayı hiç sevmem, hasta olmak benim rutinimi bozar ve ben
bundan hiç hoşlanmam. O yüzden hasta olmamak için büyük çaba gösteririm. Asla kendimi
terletmem, üşütmem, hasta olan biriyle toklaşmam çok dikkat ederim. Hastalığı önlemek
için türlü türlü bitki çaylarım vardır. Ihlamur, zencefil, tarçın, adaçayı,
papatya, melisa ve bunun gibi birçok bitki. Vücudumda herhangi bir hastalık
belirtisi, kırgınlık yoktu. Zaten o günden sonra yediğim hiçbirşeyden tat
alamadım. Sonradan anladım ki umut
hayata tat katıyormuş, umut olmadan hayatın tadı yokmuş.
Yıllardır ilk defa kahvaltı
yapmadan evden çıkmıştım ve bu benim sinirlerimi bozmuştu. İşe doğru yola
koyuldum. Gariplikler bitmek bilmiyordu. Bu sefer de renkler birer birer hayatımdan
çıkıyordu. Önce yeşil çıktı hayatımdan doğadaki yeşilleri yok edilip yerine
binalar dikilirken ses çıkarmayışımızın intikamını alırcasına gitti soldu tüm
yeşiller, yerine taş binaların soluk grisi kaldı. Ardından mavi gitti. Kirlettiğimiz
gökyüzü ve denizlerimizin mavisi. Ardından
beyaz gitti. Saflığın, masumiyetin rengi beyaz. Bütün renkler beni terk
ediyordu. En son kırmızı gitti. Kanın, tutkunun ve şehvetin rengi kırmızı. En çok
kırmızın gitmesine üzüldüm en sevdiğim renk kırmızıydı. Geriye tek renk
kalmıştı o da griydi. Çok güzel diye
düşündüm. Tatsız tutsuz bir hayattan sonra şimdide renksiz bir hayat. Sonradan anladım
ki umut aslında hayata renk katıyormuş, umut olmayınca hayatın rengi de
soluyormuş.
Gözlerim yeni renklere hemen
alışıverdi, sanki renkler hiç olmamış gibi. Her zaman insanoğlunun hayatta
kalma becerilerine hayran kalmışımdır. Başına ne tür felaket gelirse gelsin her
zaman hayatta kalmayı başarır ve her duruma bir şekilde ayak uydurmasını bilir.
Bende yeni durumuma hemen ayak uydurmuştum. Arabamı çalıştırdım ve işe doğru
yola koyuldum. Bakalım günün geri
kalanında beni ne gibi süprizler bekliyor die düşündüm. Her zamanki gibi trafik
vardı. Trafik her zamanki gibiydi de ben her zamanki gibi değildim. Normalde çok
sakin bir insan olmama rağmen bugün sanki içime canavar kaçmıştı. Tüm trafik
kurallarını ihlal ettim, diğer sürücülerle kavga ettim dolayısıyla işe de geç
kaldım. Nerde kaldın diye meraklanan amirime öyle bir bağırdımki kadıncağızın
suratındaki ifadeyi hiç unutamıyorum. Sanki vücudumda bir virüs vardı ve yavaş
yavaş tüm hücrelerimi istila ediyordu. Beni ben yapan tüm değerlerim yavaş
yavaş yok oluyordu. Sabır, nezaket, hoşgörü, tahammül, sakinlik.
Sonradan anladım ki umut aslında güneş gibiymiş azıcık çıkması
bile içimizi ısıtmaya, bizi insan yapmaya yetiyormuş, yokluğu ise kalplerimizi
buz kestiriyormuş. Umut gidince yüreğim ayaz kesti, tüm kanım çekilde sanki. Yaşıyordum
evet buna yaşamak denirse yaşıyordum. Görünürde ben yine eski bendim ama çok
büyük bir parçam da bir daha geri gelmemek üzere yok olup gitmişti. İşte böyle dostlarım benim hikayem.
Ve çoğumuz gerçekten yaşar gibi yapıyoruz ya da yaşamaya çalışıyoruz
YanıtlaSilÇok doğru. En acısı değil mi zaten yaşıyormuş gibi yapmak. Çok teşekkürler.
SilVe çoğumuz gerçekten yaşar gibi yapıyoruz ya da yaşamaya çalışıyoruz
YanıtlaSilÇok sevdim ben bunu:) Eline sağlık:)
YanıtlaSil