Ayla bu Cumartesi gününü giysi dolabını düzenlemeye ayırmıştı. Bu işten
nefret eder, erteleyebildiği kadar ertelemeye çalışırdı. Sonunda dolap
karmakarışık olur, giyecek hiçbirşey bulamazdı. Bu sefer iş bu raddeye gelmeden
dolabını düzenlemeye kararlıydı. Kış bu sene erken gelmişti. Kazakları,
montları çıkarması gerekiyordu. Gerçi çalıştığı ofis çok sıcak oluyordu ama
yazlıkları kaldırıp kışlıkları çıkartıp alışveriş yapmak istiyordu. Alışveriş
onun en büyük tutkusuydu. Sabah yataktan bu kararlılıkla çıktı. Elini yüzünü
yıkadı, sabah kahvesini yaptı ve dolabının başına geçti.
İşe önce yazlıkları kaldırmakla başladı. Renklerine göre ayırırdı
kıyafetleri. Böylece daha kolay kombin yapıyordu. Daha önceleri istanbula ilk
geldiğinde ne kadar abartılı tarzı olduğuna şimdi kendisi bile şaşırıyordu.
Abartılı dekolteler, mini etekler, bolca makyaj, sapsarı saçlar. Şimdi işe çabasız
şıklık akımı ön plandaydı. Sanki makyaj yokmuş gibi görünen makyajlar, doğal
kalın kaşlar, sade kıyafetler. O da dolabını bu doğrultuda sadeleştirmişti.
Evin en sevdiği odası giyinme odasıydı. Kıyafetler, çantalar, takılar,
ayakkabılar. Ah ayakkabılar. Ayakkabılarla adeta aşk yaşardı. Sırf çok
beğendiği için giyemeyeceğini bile bile aldığı ayakkabılar bile oluyordu.
Onlara bakmayı bile çok seviyordu. Giysi dolabına söyle bir baktı ve kendisiyle
gurur duydu. Genç yaşında çalışmış çabalamış, çok katlı plazaların birinde
müdür olmuştu. Buraya gelene kadar çok ezilmiş, çok hakir görülmüştü. Şimdi
müdür olduğuna göre ezme sırası ondaydı. Zamanında kendine yapılanları bir bir
beynine kazımış, şimdi aynısını altında çalışanlara yapıyordu, belki farkında
olmadan belki farkında olarak. Dünya böyle bir yer değil mi zaten dünün ezileni
eline güç geçtiği anda ilk işi kendisine yapılanlarının aynısını başlarında
yapardı. Ayla’nın diğerlerinden farkı yoktu işte. Neticede o da hırslarına yenik
düşmüş, kendini korumak adına etrafına görünmez duvarlar örmüş, o duvarlar
günden güne kalınlaşarak kendisini hapsetmişti.
Kazaklarını çıkarken dolabın en altında duran yeşil bir kazak dikkatini
çekti. Dolabın en altına atılımış, unutulmuş kazağı eline aldı uzun bir süreden
sonra kalbi acıdı. Bu, annesinin İstanbul’a üniversite okumaya gelirken
üşümesin diye kendi elleriyle ördüğü yeşil kazaktı. Kızım yurt odası soğuk olur
bu kazağı giyersin sıcacık demişti annesi. Elindeki kazak onu çok eskilere götürdü.
Üniversitede zengin bir arkadaş gurubu vardı. Onların arasına katılmak, onlar
gibi olmak istiyordu. Gruptaki kızlardan birinin doğum günü partisine davet
edildiğinde sevinçten uçuyordu. İtinayla hazırlandı. Zaten o zamanlar giyecek
fazla birşeyi olmadığından yeşil kazağını giymişti. Nihayet guruba katılacağını
düşünen Ayla büyük umutlarla partiye katıldı. Başta herşey güzel başlasa da
arkadaşlarının giyimlerinden ne kadar farklı oldukları anlaşılıyordu. Hepsi
markalı kıyafetler içinde süzülürken kendisi annesinin ördüğü kazakla gelmişti.
Hayatında hiç bu kadar utandığı bir zaman olmamıştı. Utanmıştı çok utanmış.
Kendinden, el örgüsü yeşil kazağından, fakirliğinden, hayallerinden hepsinden
utanmıştı. Ağlayarak kaçtı partiden. Ağlarken de yemin etti kendine bir daha
asla ağlamayacak çok güçlü olacaktı aynı zamanda çok başarılı ve çok zengin
olacaktı.
Ayla zaman içinde çok çalışarak istediklerini elde etmişti. Şimdi çok
zengindi, çok başarılıydı. Artık el örgüsü kazaklar giymiyor, marka kıyafetler
giyiyordu. Biz zamanlar hayal ettiği hayatı yaşıyordu şimdi. Peki mutlu musun
diye sordu bi ses derinlerde. Mutlu musun Ayla, mutlu musun kızım? Ayla bu
soruyu hiç sormamıştı kendine, cevabını duymaktan korkuyordu. Elinde annesinin
ördüğü kazak giysi dolabının önüne çökmüş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sorunun
cevabı gözyaşlarında saklıymışcasına ağlıyordu.
Yeşil kazağın anlamlarını, içinde barındırdığı sevgiyi, içtenliği hiçbir yerde ve hiç kimsede bulamayacağını bildiğini hissettim Ayla'nın...
YanıtlaSilÇok teşekkürler. Hayata devam edebilmek için önemli olan bizim için anlamlı olan şeyleri hiç kaybetmemek değil mi zaten.
YanıtlaSil