GİTMEK
“Hayat çok tuhaf” diye düşündü, oturduğu rezidansın yirminci katından
aşağıya bakarken Ebru.
“Dışarıda bir
sürü insan, bir sürü hayat yaşanıyor. Bazı hayatlar birbirleriyle her gün
kesişirken bazıları teğet geçiyor. Birbirlerinin farkına bile varmadan geçip
gidiyorlar. Bazı insanlar hayatlarımızda derin izler bırakırken bazı insanların
bıraktığı izler hatırlanmıyor bile. Kumsalda yürürken bıraktıkları ayak izi
gibi, bir dalga geliyor hayatımızdaki izlerini silip geçiyor. Sanki hiç kimse
geçmemiş, hiç iz bırakmamış gibi.
Sanki
hiç var olmamış gibi.
Ayrılıp çekip
giden insanın en çabuk hangi özelliği silinir acaba? Görüntüsü mü, sesi mi,
kokusu mu yoksa dokunuşu mu? En çabuk hangisi gider? Derin, can acıtan bir
ayrılıktan yeni çıkmış Ebru’ nun, kafasını bu aralar en çok meşgul eden soru
buydu.
İlk önce hangisini unutacaktı.
İlk aklına gelen koku olmuştu. Onun zihninden önce koku gidiyordu. Daha sonra
ses.
Bir zamanlar içini titreten sesi
duysa bile yabancı bir ses gibi geliyordu ona. En son da görüntü gidiyordu. Önce
yavaş yavaş
bulanıklaşıyordu zihninde,
daha sonra da tamamen kayboluyordu.
Bu durumu en çok tahta kurusu tarafından kemirilen tahtalara
benzetiyordu. Tahtakurusu tahtayı içten içe kemiriyordu. Dışarıdan baktığında
çok sağlam görünen tahta birden çöküyordu.
Hiçbir belirti, iz olmadan, birdenbire olmuş gibi ama aslında sorun daha
derinlerdedir. Sorunu fark edene kadar çoğu zaman iş işten geçmiş olur. İçi çürümüş, koflaşmış, hiçbir işe yaramayan
bir tahta kalır geriye. İnsan da böyledir. En ufak bir kuruntu, şüphe, keşkeler
insanı kemirir durur içten içe. Yeter ki insanın içine şüphe düşmeye görsün. Önceleri
kulak asmaz insan, duymazdan gelir. Tüm çevresi yanlış yapıyorsun dese bile o
inatla ısrar eder, “Hayır! Yanlış değil doğru” diye isyan eder. İçinde
derinlerde bir yerler de aslında yanlış yaptığını söylemekte, ama inadına
duymazdan gelmektesindir. Susturursun sesleri, daha doğrusu duymazlıktan
gelerek susturduğunu zannedersin. Sen duymasan da o sesler susmaz. İçten içe
konuşmaya devam ederler. “Yanlış yapıyorsun”, “Geri dön”, “Canın acıyacak” vs. Sonunda konuşa konuşa içine bir kurt
düşürmeyi başarırlar. Ondan sonrası çorap söküğü gibi gelir. Sürekli şüphe
duymaya başlarsın, “Acaba gerçekten yanlış mı yapıyorum? “ “Nerede yanlış
yaptım?”, “Neden hep böyle oluyor?” Buna benzer bir sürü soru içini kemirmeye
başlamışsa sonun başlangıcına gelmişsin demektir.
Derin bir “Of” çekti, kendine kahve hazırladı. Kahvenin yanında sigarasını
yaktı, derin bir nefes çekti. Son zamanlarda kahve ve sigara en yakın arkadaşları
olmuştu. Ne işe gidiyor, ne doğru dürüst yemek yiyebiliyor ne de
uyuyabiliyordu. Tek yaptığı kahve ve sigarayla camdan aşağı bakmaktı. Sürekli
düşünüyordu; içine düştüğü durumu, kendini bunca zaman hırpalaması, aptal
yerine koyması, olanlar hiç aklından çıkmıyordu.
Her şey o kadar kısa sürede olup bitmişti ki anlayamamıştı, her şeyin bu
kadar değişmesine şaşırmıştı. Demek ki; insanı en derinden sarsan olaylar bile
aslında kısacık anlardan oluşuyordu. Kısacık bir an, normal zamanlarda fark
edilemeyecek kısa bir anda her şey paramparça olabiliyordu. “Bu kadar kolaymış demek ki.” Her şeyi geride
bırakıp gidebilmek bu kadar kolay. Oysa
o uzun süredir gitmeyi planlıyordu. Kafasında bir sürü kaçış planı yapmıştı.
Hiçbirini uygulayamamıştı. Onu en çok şaşırtan da buydu zaten, uzun süredir
gitmek isteyip gidememesi, ama karşısındakinin bunu kolaylıkla halledebilmesi.
Aslında çok hafiflemesi, rahatlaması gerekiyordu. Uzun süredir gitmek isteyip
gidemeyen oydu. Sorun çözülmüştü. Buna rağmen içi rahat değildi. Bir şeyler
yanlıştı sanki, eksik kalan parçalar vardı. Tamamlanmayan işlerden oldum olası
nefret ederdi. Ona göre her şey söylenmeli, tüm kartlar açık oynanmalı, geriye
söylenmedik tek bir söz bile kalmamalıydı. Ancak o zaman bu defteri kapatıp
yoluna devam edebilirdi. Şimdi söylenmedik sözler onu tıkıyor, yoluna devam
etmesine engel oluyordu. Bu sayfa kapanamamıştı.
“Giden gittiğiyle kalır, her zaman olan kalana olur” diye düşündü son
sigarasını yakarken. Artık fazla düşünmenin anlamı yoktu. Önünde gidilecek uzun
bir yol vardı. Ayağa kalkıp yola devam etmesi gerekiyordu, başka çaresi yoktu.
Gideni döndürmek, zamanı geri almak mümkün olmuyordu. “Benden bir parçayı da
yanında götürmüş müdür acaba?” diye söyleniyordu aydınlanan gökyüzüne bakarken.