20 Ağustos 2013 Salı

Zorlu Ofis Hayatında Hayatta Kalmanın Yolları



1-) Gerçekler: Kaskınızı takın, kemerleriniz bağlayın, tüm alet erdavatlarınızı hazırlayın. Zorlu bir yolculuk bu malum J hazırlıklı ve tedbirli olmakta fayda var.

2-) Hayaller: İşteki ilk gününüz, niyayet uzun uğraşlar sonucu iş bulabildiniz. Çok heyecanlsıınız, evet iş hayallerinizin iş değil zaten kim küçükken ben büyüyünce havasız, güneş görmeyen, bir yığın insanın bir arada yaşadığı plazada çalışmayı isterki. Bingo cevap hiç kimse.  Genellikle çocukluk hayllerinde ilk sıradaki meslekler pilot, doktor, astronot vs. dir. Hem astranot olup da napacam onlar geçmişte kaldı şimdi esas olan para kazanıp aç karnımızı doyurmak, hayallerde neymiş diyorsanız doğru yerdesiniz. Çünkü plazalarda hayal kurmamak birinci şarttır. Eğer girmeden önce hayalleriniz varsa merak etmeyin yoğun çalışma temposunda onların hepsi gerçekten hayal olcak kalacaktır.

3-) Uzun Çalışma Saatleri : Aaaa. Yoksa kimse size çalışma şartlarından bahsetmedi mi? Sabahtan akşama kadar full time çalışacağınızı bilmiyor musunuz? Burada zaman kavramı başka çalışır. Sabahın köründe geceyarısına kadar çalışırsınız. Sabah kalktığınız da karanlıktır akşam işten çıktığınızda karanlık bir süre sonra zaman kavramının hepten kayar ne zaman sabah ne zaman akşam şaşırırsınız. Öyle ki; çoğu sabah işe geldiğinizde sanki hiç eve gitmemiş gibi hissedersiniz kendinizi. Eee başta dedik size zorlu bir yolculuk bu ona ekipmanlarını hazır olsun diye. 

4-) Özel Hayat: Yoğun çalışmaktan bahsetmiştik bir önceki kuralda.  O kurala eklemek istediğim bazı eklemeler var. Eğer işe evli olarak girdiyseniz sorun yok, yeni birini tanıma, flört etme, sevgiliyi mutlu etme, ona zaman ayırma, evlilik aşaması gibir bir dolu zorlu aşamayı gençken hallemişsiniz demektir. Bu da bunlar için ekstra bir çaba harcamanız gerekmediği anlamına geliyor. Çünkü işe girdikten sonra çok yoğun çalışacağınız için ne yeni ortamlara girmeye zamanınız ne de haliniz kalacak. Hemen üzülmeyin canım iş arkadşaları var evet seçenkeler kısıtlı kabul ama bu da hiç seçeneğin olmadığı anlamına gelmiyor J

 Eğer evliyseniz eşinizin yüzünü iş arkadaşlarınızınkinden daha az göreceksiniz demektir. Ama üzülmeyin o kdar da kötü bir durum değil böylece dır dır çekmekten ve sürekli şikayet dinlemekten de kurtuluş olursunuz J

5-) Mücadele Hazırlığı: Geldik 5. Kurala. İlk dört kuralı okudunuz, ben gencim, mücadeleyicim beni bu şartlar mı yıldıracak, bunlar da ne ki diyorsanız işe başlamaya karar verdiniz demek.  O zaman mücadeleye devam.

6-) Ofis Dedikoduları: İşte geldik en önemli maddeye. Bir ofisin olmazsa olmazı ofis dedikoduları. Hiç dedikodusuz ofis mi görülmüş. Hadi canım kandırmayın ne beni ne kendinizi. Şu ofise yeni gelen kızın kalçaları çok mu büyük ne, muhasebedeki kız da insan kaynaklarındaki çocukla çıkıyormuş bu kadar hızlı yükselmesinden de belliydi zaten, aaa duymadınız bunları. İşe yeni başladığınız için uzun bir süre; işe yeni biri  alınıp gözler onun üzerine kayana kadar sizde olacak. Buna şimdiden hazırlıklı olun. Çay kahve molasında sizin dedikodunuz yapılacak, ne giydiniz günlük olarak analiz edilecek, davranışlarınız, eğitiminiz onlar için sürekli bi dedikodu malzemesi haline gelecek. Merak etmeyin biraz alıştıktan sonra o dedikodu çarkına siz de gireceksiniz.


İşe başlamadan önce bizi bekleyen gerçekleri gördük. İşe başladıktan karşılacağımız olaylar, karşılacağımız enterans insanlar ise arkası yarın J


16 Ağustos 2013 Cuma

Haruki Murakami 1Q84

Haftanın son iş günü herkese merhaba,

Aranızda Haruki Murakami’ yle henüz tanışmamış olanlar varsa hafta sonu bir değişiklik yapıp kendinize bir Haruki Murakami kitabı hediye edebilirsiniz. Kitabınızı alın kemerlerinizi bağlayın ve Haruki Murakami’nin büyülü dünyasına adım atın. Emin olun bu deneyim daha önce okuduğunuz kitaplarda edindiklerinize benzemeyecek. Kimi zaman şaşıracak, çoğu zaman bu kadar da olmaz diyeceksiniz, büyük bir merakla kitabı bir solukta okuyacağıza emin olun. Kitap bittikten sonra yazarın hayal gücüne hayran kalacak, kitaptan çok keyif aldığınız fark edecek ve yazarın yeni bir kitabını alacaksınız.

Ben yazarın ilk İmkansızın Şarkısı kitabını okudum. Yazarı daha önce okumamış ve fantastik dünyasına alışık olmayanlar için yazarı tanımak ve alışmak için iyi bir başlangıç olabilir. İmkansızın Şarkısını Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında, 1Q84 ve Sahilde Kafka izledi.  En son da Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu’nu aldım ama henüz okumaya başlamadım.

Bugün size bahsetmek istediğim kitap ise bence yazarın başyapıtı olan 1Q84. Kitap tam 1256 sayfa. Kitabı okurken çevreniz tarafından bu kitap da okunur mu çok uzun ya da ansiklopedi mi okuyorsun şeklinde söylemler alabilirsiniz aldırmayın, kulaklarınızı tıkayın ve bambaşka bir dünyanın kapılarını aralayın J

Kitabı yazarken yazar George Orwell’in 1984 kitabından esinlenmiş zaten kitabı okurken de bu esintiyi farkedebilirsiniz. Ben 1984 romanını okumamıştım o yüzden bu kitabı okurken çok merak ettim ve bu kitap biter bitmez okuduğum ilk kitap  George Orwell 1984 kitabı oldu. Kitapla ilgili ayrıntılar için Buraya tık. Zaten kitabı adı da 1984’e atıfta bulunuyor.

Kitapta aşk var hem de en imkansızından, macera var hem de en tehlikelisinden, paralel evrenler, kötü adamlar, kötü adamların peşinde iyi insanlar var. İnsan hayatı boyunca bir insanı sevip, onu bekleyebilir mi, ya da sadece sevmek dünyayı değiştirebilir mi, gördüklerimizin, inandıklarımızın ne kadarı gerçek bu gibi soruları merak ediyorsanız bu kitap tam size göre.


14 Ağustos 2013 Çarşamba

Okuma Şenliği Son Durumum


Merhaba,

Size  Pinuccia’ nın Kitapları tarafından düzenlenen okuma şenliğinden bahsetmiştim. 9 Ağustos tarihinde bu okuma şenliğinin ilk aynının bitmesi dolaysıyla durum değerlendirmesi yapılmış. 9 Ağustos’ta tatilde olmam sebebiyle duyuruyu yeni görüyorum ve son durumu sizlerle paylaşıyorum. İşte 9 Temmuz-9 Ağustos arasında okuduğum puanlar ve kategorilere göre aldığım puanlar.

Dan Brown cehennem 576 sayfa  15 puan: Kendisi dışında herkesin o kitabı okuduğunu düşünüp sonunda o kitabı kendisi de okuyanlara.
Umberto Eco gülün adı 608 sayfa  25 puan: 400 sayfadan uzun bir kitap okuyanlara.
Virginia Wolf mrs. Dolaway 208 sayfa  20 puan: Hiç görmediği bir ülkede olayların geçtiği bir kitap okuyanlara.
Yaşar Kemal çıplak ada çıplak deniz 272 sayfa 10 puan: Bir serinin ilk kitabı dışındaki bir kitabını okuyanlara.

Toplam da 70 puan ve 1664 sayfa. Açıklanan listeye baktığım durumum sandığım kadar iyi değilmiş L Çok iyi kitap okuyanlar varmış. Biraz hızlanmam lazım sanırım
Ayrıntılar için Buraya Tık
Şu an da okumakta olduğum 2 kitap var sanırım onlardan da 40 puan alabileceğim.

20 puan: Türü kurgu olmayan bir kitap okuyanlara. Thomas Gordon Etkili Anne Baba Eğitimi (416 sayfa)           

20 puan: Esas mesleği yazarlık olmayan bir kişinin yazdığı bir kitabı okuyanlara David Passig- 2050 (387 sayfa)


Günün Şarkısı

                         Jehan Barbur dinler misiniz? Eğer bugüne kadar dinlemediyseniz kendinize bir iyilik yapın ve Jehan Barbur albümü alın kesinlikle pişman olmayacaksınız.

Bugün en çok dinlediğim şarkı Jehan Barbur'dan Uyan oldu sizinle de paylaşmak istedim. Şarkıyı dinlemek isteyenler Bu Linke Tıklayabilir. Bu şarkı Jehan Barbur'un Uyan albümünde yer alıyor. Aslında bu albüm 2009 yılında çıkmış ama ben daha yeni keşfettim. Bazı şarkıların insan hayatında önemli zamanlarda daha anlamlı hale geldiklerine inanıyorum. Uyan şarkısı da benim için öyle oldu. Son zamanlarda dinlediğim en anlamlı sözlere sahip. 


Uyan uyan güzel uykundan çok uyursan herşey geçer

uyan güzel uykundan ne kadar tatlı da olsa hayat uykuyla geçmez
yaşanacak o kadar çok şey anlayacak anlatacak ne kadar hikaye var aklımda

13 Ağustos 2013 Salı

Akvaryumdaki Balıklar

     
http://www.sxc.hu/photo/447227

                     Hepimiz küçücük akvaryumlara sıkışmış balıklar gibiyiz. Yok birbirimizden farkımız. Azıcık yem verilince en çok yemi kapabilmek için birbirimizi eziyoruz. En güçlü, en güzel, en çekici, en farklı, en, en, en saymakla bitmez sayıda niteliğimiz mevcut. Herkes bize aşık, en vazgeçilemez biziz, herkes bizi kıskanıyor, sürekli göze,  nazara geliyoruz, ee tabi o kadar güzeliz ki kimse bizi çekemiyor. Herkesin gözü üzerimizde.

      Bu ve buna benzer yalanlarla kendimizi kandırmaya, oyalamaya devam ediyoruz. Ya da kandırdığımız zannederek hayatımız devam ettirmeye çalışıyoruz. Sürekli diğerlerinden farklı olduğumuzu düşünüyoruz. ama ben farklıyım, ama ben şöyleyim, ben böyleyim, benim başıma gelenler daha önce kimsenin başına gelmemiştir. Oysa bir baksak dünya da birbirinden habersiz milyonlarca farklı insan yaşıyor. Milyonlarca farklı hayat, farklı ruh. Kimiyle ruhlarımız kesişiyor, kimiyle teğet geçiyor, kimisinin farkında bile değiliz her gün önünden geçip gittiğimiz halde görmüyoruz bile onu. 

            Kısacık bir an bile etrafımıza şöyle bir baksak ve görmeye başlasak, kendimizin ve diğer insanların farkına varsak. Birazcık da onların gözünden hayatı görmeye başlasak nasıl olur? O da bizim gibidir belki, ne kadar farklı olduğumuzu düşünsek de belki birebir aynıyızdır. Aynı olaylara benzer tepkiler veriyoruzdur belki, aynı müzikte eğlenip, aynı olaylara gülüp, aynı filmde birlikte ağlıyoruzdur giden sevgilinin ardından  farkında olmadan. 

           Farkında olmak ve farkında olarak yaşamak en çok ihtiyacımız olan bu. Eğer kendimizin farkında olursak gerçekten hayat bizim için farklı olabilir.  

2 Ağustos 2013 Cuma

Eğlenceli Bir Oyun Oynayalım mı?

              Kitap okumayı sevenler ve kitaptan vazgeçemeyenlere merhaba. 9 Temmuz itibariyle başlamış harika bir etkinlikten bugün itibariyle haberim oldu. Etkinlik 9 Temmuz' da başlamış ve 9 Ekim tarihinde son bulacak.
           
            Etkinliğin amacı belirtilen tarihler arasında belli kategorilerde en çok kitabı okumak ve en çok puanı toplamak. Ayrıntılar Buraya Tık


       Kategoriler:

5 puan: Yukarıdaki kuralların hepsini boşverip canının istediği herhangi bir kitabı okuyanlara.

5 puan: Genel kural en az 200 sayfalık kitap okumak olsa da 150 sayfadan kısa bir kitap okuyanlara.

10 puan: Okuduğu kitabın adında bir renk olanlara.

10 puan: Bir serinin ilk kitabı dışındaki bir kitabını okuyanlara.

15 puan: Kendisi dışında herkesin o kitabı okuduğunu düşünüp sonunda o kitabı kendisi de okuyanlara.

15 puan: Yasaklanmış bir kitap okuyanlara.

20 puan: Esas mesleği yazarlık olmayan bir kişinin yazdığı bir kitabı okuyanlara.

20 puan: Türü kurgu olmayan bir kitap okuyanlara.

20 puan: Hiç görmediği bir ülkede olayların geçtiği bir kitap okuyanlara.

25 puan: 400 sayfadan uzun bir kitap okuyanlara.

25 puan: Romanın yazarı veya karakterlerinden birinin adı veya soyadı kendisininkiyle aynı olan bir kitap okuyanlara.

30 puan: Kendi doğum yılında doğan veya ölen bir yazar tarafından yazılmış bir kitap okuyanlara. 


            Şimdi yapmamız gereken Pinuccia'nın Kitapları ' nı ziyaret etmek etkinliğe kaydolmak ve okuma listenizi oluşturarak bol bol kitap okumak. Ben okuma listemi oluşturmaya başladım bile. 

       Kendisi dışında herkesin o kitabı okuduğunu düşünüp sonunda o kitabı kendisi de okuyanlara (Bu kategori 15 puanmış. Ben Dan Brown Cehennem kitabını okuma listeme dahil ediyorum. Dan Brown romanlarını ve karakterlerini genelde çok sevmem ama bu roman hakkında o kadar çok konuşulması ve yazılmasının yanı sıra tatilde her gittiğim yerde bu kitabı okuyan insanları gördükçe romana kayıtsız kalamadım.)


           Hiç görmediği bir ülkede olayların geçtiği bir kitap okuyanlara. (Haruki Murakami Sahilde Kafka. Roman Japonya'da geçiyor ve ben hiç Japonya' yı görmedim.Bu kategori 20 puanmış.)

          400 sayfadan uzun bir kitap okuyanlara. (En çok puan getiren kategorilerden biriymiş tam 25 puan getiriyor. Bu kategorideki kitabım Umberto Eco Gülün adı 608 sayfa.)

        Türü kurgu olmayan bir kitap okuyanlara. (20 puanlık bir kategori. Bu kategorideki kitabım Henri Lefebvre Gündelik Hayatın Eleştirisi 1)


       Esas mesleği yazarlık olmayan bir kişinin yazdığı bir kitabı okuyanlara. (Bu kategorinin de puanı 20. Bu kategorideki puanım Irvin D. Yalom Divan)


               Nasıl okuma listesi yapmak bile çok zevki değil mi? Ben şimdiden 100 puan topladım bile :) 


             Herkese keyifli okumalar. 
             



1 Ağustos 2013 Perşembe

Gülümse

               Hayat akıp gidiyor biz istesek de istemesek de. Bazen hızına yetişemesek de, bazen hızından başımız dönse de bir şekilde akmaya devam ediyor. Önemli olan hayat akarken hayatın senin istediğin şekilde gidip gitmediği. Kendini hayat sahnesinde oyuncu olarak mı görüyorsun yoksa seyirci olarak mı? Hiç sorgulan mı hayatını ben kimim, dünyaya geldik iyi kötü yaşıyoruz peki benim yaşam amacım nedir, başıma gelenlerin sorumlusu olarak kendimi görüyorsun yoksa sürekli olarak hayattan yakınıp başına gelenler için başkalarını mı suçluyorsun. Bırak başkalarını suçlamayı hayat kısa yaşamaya bak. Aç pencerelerini evinin sonuna kadar bırak temiz hava girsin içeri, perdeler uçuşsun rüzgardan. Çık dışarı bırak kendini güneşin kollarına ısıtsın güneş içini bütün buzlarını çözsün, eritsin seni izin ver buna. 




                     Bir çoğumuz günlük hayat koşuşturmacasına hayatımızdaki önemli şeylerin sıralamasını unutuyoruz. Bir bakmışız ki, hayatımızdaki en önemsiz şeyi en önemli şey haline getirmişiz, en önemli olması gereken şey de en önemsiz oluvermiş gözümüzde. Böyle anlam kayması yaşandığı durumlarda durup dinlenmeli insan, bir nefeslik zaman tanımalı kendine. Önem sıralamasını unutmamalı. Hayatımız bittiğinde geride yaşadığımız anlar kalacak geriye. Yaşanmış ve yaşanmamış anlar. Önemli olan hala vakit varken bu anların kıymetini bilebilmek. 

25 Nisan 2013 Perşembe

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört

              Şimdi gözlerini kapatın ve düşünün evinizde her zamanki en sevdiğiniz koltuğunuzda eşinizle birlikte oturuyorsunuz, çocuklarınız odalarında yaramazlıkla meşgul. Dışarıdan bakılınca her şey normal, rutininde seyrediyor. Ama hayatınıza birazdan yakından bakılınca bir tuhaflık olduğu hemen fark ediliyor. Attığınız her adım sistem tarafından her an takip ediliyor. Televizyonlar artık işlevini arttırmış. Sizi her an televizyon ekranından izleyebiliyorlar. Yemek yerken, otururken, duş alırken hatta uyurken bile izlenmekte siniz. Kimseye güveniniz yok. Sistem dışına çıkanlar anında tespit ediliyor. Eşiniz bile artık eski tanıdığınız sevdiğiniz eşiniz değil, çocuklarınız bile size düşman gözleri her an sizin üzerinde. 

          Tüm sanatsal faaliyetler durmuş. Artık ne müzik dinleyebiliyorsunuz, ne kitap okuyabiliyorsunuz, ne de sinemaya, tiyatroya gidebiliyorsunuz. Sistem tarafından yasaklanmış faaliyetler bunlar. Müzik sadece eski anılarınıza kalmış, onlar bile sürekli değiştirilmekte. Geçmiş her gün yeniden değişmekte. Bir gün yanlış bildiğiniz diğer gün kalktığınızda doğru olabiliyor ya da tam tersi bugün doğru bildiğiniz meğer hiçbir zaman doğru olmamış hep yanlışmış. İçinizde bir yerlerde bunların hep böyle olmadığını söylemekte, sizin gibi düşünen insanları aramaktasınız ama sanki herkes derin bir uykuda ve sizi ne duyabiliyorlar ne de görebiliyorlar. 

           Bu satırları okurken bile ruhunuz daraldı değil mi? Her şeyin sistem tarafından denetlendiği, herkesin birbirine benzetilmeye çalışıldığı bir dünyayı anlatıyor George Orwell Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanı. George Orwell bu kitabında bambaşka bir dünya yaratmış. Sistemin insanlara ayak uydurduğu değil, insanların sistem tarafından denetlendiği bir dünya. Kitabın kapağını aralayın ve bu bambaşka dünyaya adımınızı atın. Eminim pişman olmayacaksınız. 

21 Nisan 2013 Pazar

Sonsuz Güzellik

   
                     Hepimiz modern çağın Dorian Gray' leriyiz. Oscar Wilde' in ünlü romanı Dorian Gray'in Portresini bilirsiniz.  Dorian Gary son derece yakışıklı ve genç bir delikanlıdır. Gittiği her yerde herkes bu genç delikanlının hayranı olmaktadır. Delikanlının hayranlarından bir ressam bir gün Dorian'ın resmini yapar. Resimden çok etkilenen Dorian resmin her zaman böyle genç ve güzel kalacağına kendisinin ise günden güne yaşlanıp çirkinleşeceğine inanamamaktadır. ağzından şu sözler dökülür "Keşke benim yerime bu tablo yaşlansa çirkinleşse ben hep böyle genç ve güzel kalsam." Dorian ruhunu şeytana satmıştır artık dileği gerçek olur, sonsuz gençlik ve güzellikle lanetlenmiştir artık. etrafındaki herkes yaşlanırken ona hiçbirşey olmaz ne yaşlanır ne de o herkesi  kendine hayran bırakan güzelliğine birşey olur. Peki bütün bunlar olurken Dorian mutlu mudur, benden yaşlanmazken ruh ne durumdadır. Asıl sorulması gereken soru bu. Bunun cevabı da kitapta gizli.

                      Biz de şu an da sonsuz gençlik ve güzellik için ruhumuzu şeytana satmaya hazır durumda bekliyoruz. Modern çağın insanları olarak sonsuz güzellikle lanetlendik. Artık nasıl hissettiğimizin bir önemi yok önemli olan nasıl göründüğümüz. Hepimiz günde kaç defa aynaya bakmıyor muyuz. Günde kaç saatimizi aynada yeni kırışıklarımızın olup olmadığına bakarak yeni kırışıklık varsa büyük bir paniğe kapılıp hemen onu gidermek için çareler aramıyor muyuz? Ya da azıcık kilo aldığımızda soluğu spor salonunda almıyor muyuz? Bunu hepimiz yapıyoruz. Hepimiz sonsuz gençlik ve güzellik peşindeyiz. Ruhumuz çürümeye devam ederken bedenimiz hep genç kalsın neye yarar ki?
                      


11 Ocak 2013 Cuma

GİTMEK


                                               GİTMEK



“Hayat çok tuhaf” diye düşündü, oturduğu rezidansın yirminci katından aşağıya bakarken Ebru.  “Dışarıda bir sürü insan, bir sürü hayat yaşanıyor. Bazı hayatlar birbirleriyle her gün kesişirken bazıları teğet geçiyor. Birbirlerinin farkına bile varmadan geçip gidiyorlar. Bazı insanlar hayatlarımızda derin izler bırakırken bazı insanların bıraktığı izler hatırlanmıyor bile. Kumsalda yürürken bıraktıkları ayak izi gibi, bir dalga geliyor hayatımızdaki izlerini silip geçiyor. Sanki hiç kimse geçmemiş, hiç iz bırakmamış gibi.  Sanki hiç var olmamış gibi.  Ayrılıp çekip giden insanın en çabuk hangi özelliği silinir acaba? Görüntüsü mü, sesi mi, kokusu mu yoksa dokunuşu mu? En çabuk hangisi gider? Derin, can acıtan bir ayrılıktan yeni çıkmış Ebru’ nun, kafasını bu aralar en çok meşgul eden soru buydu.  İlk önce hangisini unutacaktı. İlk aklına gelen koku olmuştu. Onun zihninden önce koku gidiyordu. Daha sonra ses.  Bir zamanlar içini titreten sesi duysa bile yabancı bir ses gibi geliyordu ona. En son da görüntü gidiyordu. Önce yavaş yavaş  bulanıklaşıyordu zihninde, daha sonra da tamamen kayboluyordu.

Bu durumu en çok tahta kurusu tarafından kemirilen tahtalara benzetiyordu. Tahtakurusu tahtayı içten içe kemiriyordu. Dışarıdan baktığında çok sağlam görünen tahta birden çöküyordu.  Hiçbir belirti, iz olmadan, birdenbire olmuş gibi ama aslında sorun daha derinlerdedir. Sorunu fark edene kadar çoğu zaman iş işten geçmiş olur.  İçi çürümüş, koflaşmış, hiçbir işe yaramayan bir tahta kalır geriye. İnsan da böyledir. En ufak bir kuruntu, şüphe, keşkeler insanı kemirir durur içten içe. Yeter ki insanın içine şüphe düşmeye görsün. Önceleri kulak asmaz insan, duymazdan gelir. Tüm çevresi yanlış yapıyorsun dese bile o inatla ısrar eder, “Hayır! Yanlış değil doğru” diye isyan eder. İçinde derinlerde bir yerler de aslında yanlış yaptığını söylemekte, ama inadına duymazdan gelmektesindir. Susturursun sesleri, daha doğrusu duymazlıktan gelerek susturduğunu zannedersin. Sen duymasan da o sesler susmaz. İçten içe konuşmaya devam ederler. “Yanlış yapıyorsun”, “Geri dön”, “Canın acıyacak” vs.  Sonunda konuşa konuşa içine bir kurt düşürmeyi başarırlar. Ondan sonrası çorap söküğü gibi gelir. Sürekli şüphe duymaya başlarsın, “Acaba gerçekten yanlış mı yapıyorum? “ “Nerede yanlış yaptım?”, “Neden hep böyle oluyor?” Buna benzer bir sürü soru içini kemirmeye başlamışsa sonun başlangıcına gelmişsin demektir.

Derin bir “Of” çekti, kendine kahve hazırladı. Kahvenin yanında sigarasını yaktı, derin bir nefes çekti. Son zamanlarda kahve ve sigara en yakın arkadaşları olmuştu. Ne işe gidiyor, ne doğru dürüst yemek yiyebiliyor ne de uyuyabiliyordu. Tek yaptığı kahve ve sigarayla camdan aşağı bakmaktı. Sürekli düşünüyordu; içine düştüğü durumu, kendini bunca zaman hırpalaması, aptal yerine koyması, olanlar hiç aklından çıkmıyordu.

Her şey o kadar kısa sürede olup bitmişti ki anlayamamıştı, her şeyin bu kadar değişmesine şaşırmıştı. Demek ki; insanı en derinden sarsan olaylar bile aslında kısacık anlardan oluşuyordu. Kısacık bir an, normal zamanlarda fark edilemeyecek kısa bir anda her şey paramparça olabiliyordu.  “Bu kadar kolaymış demek ki.” Her şeyi geride bırakıp gidebilmek bu kadar kolay.  Oysa o uzun süredir gitmeyi planlıyordu. Kafasında bir sürü kaçış planı yapmıştı. Hiçbirini uygulayamamıştı. Onu en çok şaşırtan da buydu zaten, uzun süredir gitmek isteyip gidememesi, ama karşısındakinin bunu kolaylıkla halledebilmesi. Aslında çok hafiflemesi, rahatlaması gerekiyordu. Uzun süredir gitmek isteyip gidemeyen oydu. Sorun çözülmüştü. Buna rağmen içi rahat değildi. Bir şeyler yanlıştı sanki, eksik kalan parçalar vardı. Tamamlanmayan işlerden oldum olası nefret ederdi. Ona göre her şey söylenmeli, tüm kartlar açık oynanmalı, geriye söylenmedik tek bir söz bile kalmamalıydı. Ancak o zaman bu defteri kapatıp yoluna devam edebilirdi. Şimdi söylenmedik sözler onu tıkıyor, yoluna devam etmesine engel oluyordu. Bu sayfa kapanamamıştı.

“Giden gittiğiyle kalır, her zaman olan kalana olur” diye düşündü son sigarasını yakarken. Artık fazla düşünmenin anlamı yoktu. Önünde gidilecek uzun bir yol vardı. Ayağa kalkıp yola devam etmesi gerekiyordu, başka çaresi yoktu. Gideni döndürmek, zamanı geri almak mümkün olmuyordu. “Benden bir parçayı da yanında götürmüş müdür acaba?” diye söyleniyordu aydınlanan gökyüzüne bakarken.  

17 Aralık 2012 Pazartesi

SİYAH


                                                              SİYAH

Karanlıktı, çok karanlık. Alabildiğine, uçsuz bucaksız gökyüzü simsiyahtı. Zifiri karanlık dedikleri bu olsa gerek. Kömürden daha karanlık geceler. Bilinmeze doğru yolculuğumda bana eşlik eden, yolumu bulmamı sağlayan tek bir yıldız dahi yoktu.

Var gücümle sürüyordum arabamı, son süratle nereye doğru gittiğimi bilmeden ilerliyordum.  Gidiyor, gidiyor, gidiyordum.  Uçsuz bucaksız yollar aşıyor, bilmediğim diyarlarda sürükleniyordum. Nereye gittiğimi bilmeden, yolculuğumun nerede, nasıl biteceğini bilmeden ilerliyordum. Gittiğim yerde en fazla bir gün kalıyordum ki kimseye alışmayayım, herkes yabancı kalsın bana. Tanıdık bir yüz, bir hareket, samimi bir davranış, eskiyi anımsatan bir koku, bakış, hiçbirini görmek istemiyordum. Bu yolculukta yapayalnızdım ve hep böyle kalacaktı. Son hızla kaçıyordum geçmişimden, tanıdıklarımdan, hayatımdan, en çok da kendimden.  Bu daha ne kadar sürerdi bilmiyordum buna daha ne kadar dayanabilirdim. Eninde sonunda kaçmaktan yorulacaktım.

 Kaçmak uyuşturucu etkisi gösteriyordu. Tüm benliğim uyuşmuştu, hiçbir şey düşünmüyordum. Hiçbir şey düşünmemek işime geliyordu. Umarsızca savrulan kuru bir yaprak gibi oradan oraya sürükleniyordum. Amaçsız, rotasız bir gemi gibiydim, nereden gelip nereye gittiği belirsiz. Bazen bir denizci oluyordum, limandan limana koşuyordum, hiçbir limanda uzun süre demir almıyordum. Bir yere bağlı kalmak bana göre değildi. Bağımsızlıktı benim ruhuma, damarlarıma işleyen. Azgın dalgalarla boğuşuyordum bazen, bazen de sakin sakin denizlerde yol alıyordum. En çok yıldızsız, simsiyah geceleri seviyordum. Siyah tüm geceyi örtüyordu, etrafta derin bir huzur deniz bile uykuya dalıyordu sanki. Kıpırtısız deniz, siyah gece, derin bir huzur yıllarca peşinden koştuklarım…
Uçsuz bucaksız denizden sıkıldığım zamanlar da oluyordu, yolculuğuma karadan devam ediyordum. Uzun yolculuklar yapıyordum. En çok da gece yolculukları. Gecenin bir vakti, insanların uykuda olduğu saatlerde mola veriyordum bazen. Uykulu yüzlerde bir anlam aramaya çalışıyordum. Küçük kasabalardaki insanların iç sıkıntılarına tanık oluyordum. Gitmek isteyip gidememelerini, sıkışıp kalma hallerini uzaktan izliyordum, onlara görünmeden. Kısa bir süreliğine de olsa onların kılığına bürünmek, onların bu hallerini, iç sıkıntılarını hissetmek değişik bir deneyim oluyordu. Onların sıkıntıları benim vücudumda ruh buluyordu adeta. Sonra etrafta benden başka kimse kalmayıp derin siyah bir sessizlik her yanı kapladığında ortamdaki iç sıkıntısı tavan yapıyordu. “İşte en sevdiğim an” diyordum. Çok kısa ama etkisi uzun süren bir an. O an nefes almayı bile unutuyordum. Tüm ruhumla o ana ait olmak istiyordum, başka bir yere değil.  Başka biri gelip o anın büyüsünü bozduğunda kalkıp oradan uzaklaşıyordum.  Başka bir noktaya doğru…

Ne mi arıyordum oradan oraya savrularak? Çoğu zaman ne aradığımı ben de bilmiyordum. Aslında fırtına öncesi sessizliği arıyordum. Fırtına kopmadan önceki son an, işte aradığım buydu. Çıt çıkmaz, derin bir sessizlik kaplar her yeri. Herkes nefesini tutup dikkat kesilir ve kopacak fırtınanın büyüklüğünü merak eder.  O an neler olur; bardağı taşıran son damla, önemsiz gibi görünen şeyleri birden bu kadar önemli kılan nedir? Bunun gibi  birçok soruya yanıt arıyordum. Bu soruların cevabını bulursam rahatlayacak, kendi hayatıma geri dönebilecektim. Aslında diyardan diyara koşarak kendimi arıyordum. Bambaşka yerlerde, bambaşka, yabancı insanların suratlarında, hayatlarında kendi hayatımdan parçalar arıyordum.

 İnsanlar yaşadıkları iç sıkıntılarına ne kadar katlanacak, hayatlarından sıkılıp ne zaman “Yeter” diyerek her şeyi geride bırakacaklar, kendi fırtınalarını ne zaman koparacaklar, merakla bekliyordum. Bardağı taşıran son damlanın ne olduğunu merak ediyordum en çok. Ne zaman insanın canına tak eder? “Yeter artık!” der. Ama bunların hiçbirine ulaşamadım. Zannettim ki; onların biri “Yeter artık!” deyip, değişiklik yapmaya çalışırsa ben de umutlanacağım, bir şeyleri değiştirebileceğime inanacağım.  Ama nafile, kimse demedi. İnsanlar kendi iç sıkıntılarında boğulmaya, birbirinin aynı sıkıcı hayatlarını yaşamaya devam ettiler.  Beyhude bir çaba..

 Bir gün bitti yolculuklarım. Başka suretlerde kendimi göremezdim. Aradığımı başkalarında bulamayacağımı anlamıştım. Aradığım kendi içimdeydi. Değişiklik yapmak istiyorsam bunu başkalarında değil, kendimde aramalıydım. Bana sadece kendim yardım edebilirdi, başkası değil. Yaptığım yolculukların bana öğrettiği tek şey bu oldu. 

13 Kasım 2012 Salı

Maskeli Balo

                                                     Maskeli Balo

            

http://www.sxc.hu/photo/339176

                   Maskeli balo kahramanları gibiyiz hepimiz. Büyük bir hengamenin içinde yaşıyoruz hayatı. Sürekli maskelerle dolaşıp durmaktan kendi kişiliklerimiz unuttuk. Öyle ki; artık her bir durum için ayrı bir maskemiz mevcut. evden çıkarken aynen giyinip süslenir gibi o güne uygun olan maskemizi alıp takıyoruz. Bu halimize o kadar alıştık ki; maskesiz kendimizi çıplak, yalnız, mutsuz hissetmeye başladık.

                  Maskeler bizim için tapınak haline geldi. Ruhumuzu arındırması gereken tapınaklar. Ruhumuzu bu şekilde arındırabilir miyiz peki? Çok zor. Ruhumuzun en derinlerine yabancı kaldık, o bize haykırdı, bağırdı, çığlık attı, bizi korumaya çalıştı oysa biz onu hep görmemezlikten geldik.  Önce onu duymamazlıktan geldik. Ona karşı davul gibi sağır olduk haykırışları halen devam edince sesini kestik. Bu da işe yaramadı başka şekillerde dikkatimizi çekmeye çalıştı oralı olmadık. En sonunda onu dipsiz kuyular attık, terk ettik onu. O gün bugündür bir yanımız hep eksik, hep huzursuz. Taktığımız maskeler gibi aslımızın birer sureti olduk. Aslımız ise derin, dipsiz kuyularda haykırışlarına devam etmekte biz duymasakta, görmesekte.

3 Ekim 2012 Çarşamba

AFFET


                                                             AFFET


                Dayanılmaz baş ağrıları çekiyordum uzun süredir. Gittiğim doktorlar hiçbir şey bulamıyorlardı. Ağrı kesicilerle günü kurtarmaya çalışıyordum. Gittiğim son doktor ağrıların psikolojik olabileceğini, terapiyle geçebileceğini söyledi. İçime attığım, biriktirdiğim sorunların vücudumdaki enerji akışını tıkamış olabileceğini, bundan dolayı hastalanmış olabileceğimi belirtti. Bu da son zamanlarda moda olan evren, kuantum, enerji zırvalıklarına kafayı takmış diye düşündüm. Ama yine de bana önerdiği psikoloğa gitmeye karar verdim. Denemekle bir şey kaybetmezdim. Zaten bugüne kadar bir sürü doktora gitmiştim, ha bir eksik ha bir fazla, fark etmezdi benim için.

                Doktorun önerdiği psikoloğu gitmeden önce internetten biraz araştırmıştım, bu da onun hakkında daha çok meraklanmama sebep oldu. Aldığı psikoloji eğitimi ile ilgili uzun süre hiçbir şey yapmamış, başka alanlarda çalıştıktan sonra bir şeylerin eksikliğini olduğunu fark edip hayatını değiştirmeye karar vermişti. Hayatını değiştirmeye karar veren pek çok insan gibi o da öncelikle Hindistan’ın yolunu tutmuştu. Buraya kadar herhangi bir farklılık yoktu. Birçok insan hayatın sırrını keşfetmeye Hindistan’a gitmiş, ama sırrı keşfedemeden geri dönmüşlerdi. Kadın, birçok enerji çalışmasına katılmış, uzmanlardan eğitim almıştı. Kendi sitesinde katıldığı eğitimleri, aldığı sertifikaları sıralamıştı. Beni asıl etkileyen şey sertifikalarından ziyade fotoğrafı oldu. Kendinden çok emin bir duruşu vardı. Sanki hayattaki her şeyi keşfetmiş, bundan sonra hiçbir olay onu şaşırtamaz gibi bakıyordu. Kadının yaydığı enerji fotoğrafından bile belli oluyordu. Sitesinde iki tane kitabı olduğu yazıyordu. Kitaplarının isimleri de oldukça ilginç ve kısaydı. “Affet” ve “Sakin Ol”. Kesinlikle ilginç bir görüşme olacak diye düşünerek randevu için hazırlanmaya başladım.
                Kadının ofisine gittiğimde genç bir kadın kapıyı açtı, yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle ve beni bekleme odasına alarak beklememi söyledi. Beklerken odayı incelemeye koyuldum. Hafif, rahatlatıcı bir müzik odayı dolduruyordu, ayrıca oda buram buram tütsü kokuyordu. Oldukça şık döşenmiş klasik bir doktor ofisi diye düşündüm. Etrafa göz gezdirdikten sonra masanın üzerindeki dergileri karıştırmaya başladım. En üstteki derginin kapağını, sitesindeki fotoğrafa çok benzer bir fotoğraf süslüyordu. Sayfaları karıştırarak söyleşiyi okumaya başladım. Söyleşinin başında hayatını değiştirmeye karar verişinden, Hindistan yolculuğundan, kitaplarından bahsediyordu. Affetmemenin insanı ne kadar yıprattığından bahsediyordu ayrıca. “Affet” kitabı yeni çıkmış onun tanıtımını yapıyor demek ki diye düşünüyorken asistanı randevu saatimin geldiğini söyledi.

                Asistanı gibi o da beni yüzünde kocaman bir gülümsemeyle karşıladı. Kısa bir sohbetin ardından sorunumun ne olduğunu öğrenmek için sorular sordu. Ona gittiğim tüm doktorları, dinmeyen boyun ve baş ağrılarımı ve son gittiğim doktorun kendisini önerdiğini, sorunumun psikolojik olabileceğini düşündüğümü söyledim. Ayrıca buna aslında inanmadığımı, ama sırf meraktan geldiğimi de ekledim. Bu yüzünün daha da gülmesine neden oldu. Bana önceki doktorun söylediği sözlere benzer sözler söyledi. Modern dünyanın dayattığı zırvalıklar diye düşündüm. Ama bir yandan da konuyu nereye bağlayacağını merak ediyordum. Konuşmasına devam etti.
                “Çocuklukta yaşanan travmalar bile insanı derinden etkileyebilir ve kişiliğinde beklenmedik sonuçlar doğurabilir. Bunun için önce seninle enerjini tıkayan olayları bulup orada oluşmuş blokeyi çözeceğiz ve seni iyileştireceğiz. Bunun için öncelikle kendine inanman, tamamen objektif yargılaman ve sonuna kadar gitmen gerekir. Bu işlerse süreç böyle gider, ancak sonuna kadar gidersen sorununu çözersin. Süreci yarım bırakmak hiçbir işe yaramaz. Kendini bir cerrah edasıyla masaya yatıracaksın ve seni hasta eden birikmiş ne kadar irin varsa hepsini temizleyeceksin. Bunu ancak sen yapabilirsin. Ben sadece nasıl yapılacağına dair yol gösterebilirim. Kendini iyileştirecek olan sensin. Herkesten önce kendini affetmelisin. Özgür bırak ve hafifle. Bunun aslında düşündüğün kadar zor olmadığını göreceksin. Seni zorlayan yüklerinden kurtulduğun zaman bambaşka bir dünyanın kapıları açılacak. Şu an için sadece küçük bir adım atman yeterli, gerisi kendiliğinden gelecek.”

“Şimdi sonuna kadar gitmeye cesaretin varsa ve kendini hazır hissediyorsan başlayalım” diyerek sözlerini bitirdi. Ona kendimle yüzleşmeye cesaretim olup olmadığını bilmediğimi, bunun her zaman zor olduğunu, ama en azından denemeye değer olduğunu söyledim.  İlk önce bana boş bir kâğıt verdi ve en çok kızdığım kişiyi yazmamı söyledi.

Bazen bir olay olur, küçük, basit, gayet sıradan. Her şey normal gibi görünür, hayat rutininde akmaya devam etmektedir. Rutini bozan bir olay meydana gelene kadar. Küçük bir an saniyenin onda biri kadar. Göz açıp kapayıncaya kadar geçip giden, kısa ama etkisi belki uzun yıllar devam edecek bir olay. Örneğin her gün işe aynı yoldan gidip gelirsin, o gün de trafik sıkışıktır, işe geç kalmışsındır, bir sürü aksilik meydana gelmiştir ve bunlar yolunu değiştirmene sebep olur. Görünürde her şey normal görünür, işe her zamanki saatte yetişeceğini düşünürsün. Bir anda beklenmedik bir kaza meydana gelir ve hayatın rutin seyri değişir. Her şey tepetaklak olur birden. Hayat aynı çalışan bir dişli gibidir, dişliler ahenk içinde çalışır, ta ki dişlilerden biri kırılana kadar. O zaman bütün ahenk bozulur. Hayat böyledir işte. İnsanın başına bazen beklenmedik zamanlarda, beklenmedik olaylar gelir ve bütün hayatın akışı başka yöne kayar. Bundan dolayı büyük bir pişmanlık yaşarsın ve pişmanlıkların yıllarca yakanı bırakmaz. Benim de hayatım boyunca yaşadığım pişmanlıklarım, keşkelerim, keşke yapsaydım dediklerim, keşke yapmasaydım dediklerim, cesaret edemediğim bir yığın olay mevcut. Ama en çok isteyip yapamadıklarımdan dolayı kızgınım kendime. Cesaret edemediklerimden dolayı. Hayatımın muhasebesini yapıyorum, bir tarafa hayallerimi koyuyorum, diğer tarafa gerçekleştirdiklerimi, gerçekleşmeyen hayallerim ağır geliyor, çoğu zaman taşıyamıyorum. O yüzden kâğıda kendimi yazdım, sadece kendimi.

İlk aşamayı gerçekleştirmiştim. Sırada kendimle yüzleşip hatalarımdan dolayı kendimi affetmek vardı. O gün psikoloğun ofisinden çıkarken ilk defa içim huzurluydu.